Yahudilikte kutsal toprakların dinsel önemi

theking

Yeni Üye
Katılım
2 Şubat 2024
Mesajlar
231.543
Tepkime puanı
2
Puan
38
Yaş
36
Yahudilikte kutsal toprak, dinî açıdan, çok önemlidir. Tevrat’a baktığımızda, Hz. Musa’ya gelen vahiylerin bir kısmı kutsal topraklarla ilişkilendirilmiştir. Örneğin “Sana vaat ettiğim kutsal topraklara girdiğin zaman başına bir kral seçeceksin veya o kral şu şu özelliklere sahip olacak, kralın seçimi şu şekilde olacak, atanması şu şekilde olacak” şeklinde detaylı emirler vardır. Kısacası, Tevrat’taki pek çok emir ve yasak ileriye dönüktür. Zira Hz. Musa, kutsal topraklara hiç gidememiştir. Öyleyse Tevrat’ta bulunan bu tür hükümlerin uygulama safhasına geçebilmesi, İsrailoğullarının kutsal topraklara girmeleriyle mümkün olacaktır.
Kutsal toprakların, Yahudiler açısından diğer bir önemi ise, oranın dünyanın merkezi olmasıdır. Öldükten sonra haşir, kutsal topraklarda gerçekleşecektir. Bu sebeple Yahudilerin kutsal topraklara göç etmeleri gerekir.
Yahudilikte ibadetler de kutsal topraklarla bağlantılıdır. Hz. Süleyman tarafından takriben M.Ö. 966 yılında inşa edilen mabet, Yahudilikte çok önemlidir. Bütün dinlerde mabet vardır, ancak Yahudilikte mabet denilince, ibadet edilen herhangi yer kastedilmez. Yahudiler için mabet, Tanrı’nın İsrailoğullarına vaat etmiş olduğu kutsal toprakta, gene, O’nun bildirdiği yerde ve O’nun emriyle inşa edilen yer akla gelir. Burası, kurban sulaklarının ve günahlardan arınma ritüelinin icra edileceği bölümlerin de bulunduğu geniş bir yapıdır. İbadetlerin büyük bir kısmı bu mabette gerçekleştirilmesi gerekir. Yani, günde üç vakit olan ibadet Tanrı’nın seçtiği kutsal yerde yapılması gerekir. Bugün, kutsal topraklarda yaşmayan Yahudiler ibadet etmiyor mu? Elbette ediyor, ancak ibadetler, bu büyük mabedi sembolize eden sinagog veya havra denilen mahallî ibadet yerlerinde yapılmaktadır. Bu ibadetlerin geçerliliği, asıl mabette yapılan ibadetler kadar değildir. Bunlar sadece birer geçmişi anma ve yaşatma amacı taşır. Kurban takdiminin bol olduğu, çeşitli vesilelerle Tanrı’nın İsrailoğullarından çokça kurban istediği ve kurbanların da ancak mabette mümkün olduğu göz önüne alınırsa, Yahudiler açısından kutsal toprakların önemi daha iyi anlaşılır.
Günahlardan arınıp temizlenme işlemi, aynı şekilde, mabette yapılan özel törenle gerçekleştirilir. Bugün, İsrail’deki dindar Yahudiler kendilerini potansiyel olarak tame; yani, necis olarak değerlendirirler. Çünkü necis olmak, insanın gündelik hayatında her an mümkündür; otobüste giderken temiz olmadığına inanılan herhangi bir şeye değmek necislik âlametidir. Bundan temizlenmek de, gusül abdesti veya abdest almakla gerçekleştirilmez. Arınma ancak mabette kahin eşliğinde özel bir ritüelle mümkün olacaktır.
Yahudiliğin bugün, pek çok emir ve yasağı, kutsal topraklara sahip olmalarına rağmen, uygulanmamaktadır. Mabedin bulunduğu alana Yahudiler sahipler. Fakat mabedin yerinde Müslümanların kutsal mekânları Mescid-i Aksa bulunmaktadır. Bildiğiniz gibi bu alan 144 dönümlük geniş bir araziden oluşuyor. Mabet Dağı olarak bilinen bu yer, Doğu Kudüs ile Batı Kudüs arasında, Kudüs’ün tam ortasında yer almaktadır. Doğu Kudüs’ün yönetimi, 1967’de İsraillilerin eline geçmiştir. İsrail’in egemenliğinde bulunan Doğu Kudüs, aynı zamanda mabedin yerinin de bulunduğu bölgedir. Üzerinde Mescid-i Aksa bulunduğu için, bunu yıkıp yerine Hz. Süleyman tarafından inşa edilen kendi mabetlerini yeniden inşa edememektedirler.
Yahudiler, tarih boyunca, varlıklarını bu mabet sayesinde sürdürebilmişlerdir. Yani mabet, her ne kadar yıkılmış olsa da, Yahudilik bilincini canlı tutan bir sembol olmuştur. Şu anda dindar Yahudilerin tek beklentisi, bu mabedin yeniden inşa edilmesidir. Kotel olarak adlandırılan ağlama duvarı, Mescid-i Aksa’nın hemen bitişiğinde yer alır. Burası eski mabedin batı yönünde yer alan dış duvarıdır. Bu duvarın önünde her gün geçmiş için ağıt yakarlar ve o eski mabedin yeniden inşa edilmesi için Tanrı’ya yakarırlar. Beklentileri hep bu yöndedir. ‘Bu sene olmadı, ancak gelecek sene olacak derler.’ Bu aynı zamanda, mesih beklentisini de ifade eder. Oradan ‘bu sene mesih gelmedi, mabet inşa edilemedi ve biz mabette, Tevrat’ta ifade edildiği şekilde ibadet edemiyoruz, ancak seneye bu gerçekleşir’ şeklinde bir temenniyle birbirlerinden ayrılırlar.
Tevrat’ta değişik şekillerde ifade edilmektedir. Bir yerde, “Nil’den Fırat’a ya da ayağının bastığı her yer senin olacak” denilirken, başka bir yerde “Bir dağın tepesine çık ve etrafına bak. Gözünün gördüğü her yer senin olacak” denilmektedir. Bu ifadelerden, Tevrat’ta İsrailoğullarına vaat edilen kutsal toprakların sınırlarının çok net olmadığı anlaşılmaktadır. Zaten Hz. İbrahim bu topraklara girme şansını da elde edememiştir. Hz. İbrahim’le yapılan bu ahit, daha sonra, onun nesli olan Hz. İshak’la ve İshak’ın oğlu Hz. Yakup’la devam ettirilmiş ve en sonunda, Hz. Musa aracılığıyla bu ahit pekiştirilmiştir. Bu yüzden Tevrat’a, Ahit Kitabı da denilmektedir. Hıristiyanlar, hükmünün bittiğini düşündükleri için Yahudilerin kutsal kitaplarına Eski Ahit, kendi kutsal kitaplarına da Yeni Ahit derler. Özellikle ahit ve seçilmişlik konusunda Yahudiler ile Hıristiyanlar arasında tarihten günümüze bir çekişme de söz konusudur. Şöyle ki, Hıristiyanlar Yahudilere derler ki: “Evet, başlangıçta Tanrı sizi seçmiş ve sizinle sözleşme yapmıştı, ancak İsa Mesih’in gelmesiyle bu seçilmişlik Hıristiyanlara geçmiştir. Tanrı, İsa Mesih’in çarmıhta akan kanıyla yeni bir sözleşme yapmıştır.
Peki bu ahit çerçevesinde İsrailoğullarına vaat edilen kutsal toprak neresidir? Bu kutsal toprakların, biraz önce ifade ettiğim gibi, sınırları çok net değildir. Ancak Tevrat’ta, pek çoğu tarih sahnesinden silinmiş olan yedi tane tarihsel kavimden söz ediliyor. Tevrat’ın ifadesine göre, İsrailogullarına vaat edilen kutsal topraklarda oturan bu kavimlerle savaşılması istenmektedir. Buradan da anlaşılıyor ki, Hz. İbrahim’den beri İsrailoğullarına vaat edilen kutsal toprakların sınırları bu kavimlerin bulundukları yerlerle sınırlıdır. Hz. Musa’nın misyonu, Mısır’a giderek İsrailoğullarını Firavunun zulmünden kurtarıp Hazreti İbrahim’den beri İsrailoğullarına vaat edilen kutsal topraklara getirmektir. Zaten Tevrat’a baktığınız zaman, Hz. Musa, Firavunun huzuruna vardığı zaman, Firavunu Allah’a iman etmeye davet etmiyor, ondan İsrailoğullarını serbest bırakmasını istiyor. Kur’an-ı Kerim’e baklıdığı zaman da, Firavun ile Hz. Musa arasında geçen diyalogun, genellikle, Firavunun İsrailoğullarını serbest bırakması noktasında odaklandığı görülür.
Bu kutsal toprakların neresi olduğu konusunda İsrailli Kitab-ı Mukaddes araştırmacıları tarafından bir harita çıkarılmıştır. Araştırmanın sonucuna göre İsrailoğullarına vaat edilen bu kutsal topraklar, bugün, İsrail Devletinin kurulduğu sınırlardan ibarettir. Öbür taraftan, Nil’den Fırat’a ifadesi ne ne oluyor denebilir. Bu söz, mecaz, biraz da abartı taşıyan bir ifadedir. Bildiğiniz gibi Yahudilerin dünya egemenliği söz konusudur. Buradan Yahudilerin, Nil’den Fırat’a kadar geniş bir alana egemen olmak istedikleri anlamı da çıkarılabilir. Bilindiği gibi Nil, Mısır’da bulunan bir nehirdir. Oysa Tevrat’ın emri gereği İsrailoğullarının Mısır toprakları içerisinde bulunmaları ve yaşamaları dinen caiz değildir. Çünkü Tevrat’ta Tanrı, İsrailoğullarına “Seni Mısır diyarından, esirlik evinden çıkaran Tanrın benim, bir daha oraya dönmeyeceksin.” Yani, Yahudiler Tanrı’nın emri gereği Mısır’a bir daha giremeyeceklerdir. Bu bakımdan, bugünkü Mısır Devleti, Yahudilerin -tabiî, dindar bir Yahudi devletinin- saldırısından ve işgalinden dinî açıdan güvencededir. Ancak biraz önce de belirttiğimiz gibi, karşılarında Tevrat’ın kurallarına bağlı dindar bir Yahudi devleti olursa durum böyledir; aksi takdirde seküler bir Yahudi devleti için bu durum söz konusu değildir.
Bu konunun en güzel örneği bir hekim, filozof, aynı zamanda İslam geleneğini de çok iyi bilen ve Delâletü’l-Hairîn (Şaşkınların Kılavuzu) isimli kitabın da yazarı olan Musa bin Meymûn, bir vesileyle Mısır’a gidiyor ve Mısır’da uzun süre kalması gerekiyor. Ancak Tevrat’ın emri gereği, Mısır’da uzun süreli kalması yasaktır. Oysa Musa bin Meymûn orada on beş gün, bizdeki misafirlik gibi, kalacak şekilde niyet ederek bir buçuk yıla yakın kalıyor. Böyle yapmayıp uzun süre kalacak şekilde niyet edip kalsaydı, Tevrat’ın emrine muhalefet etmiş; dolayısıyla, günah işlemiş olacaktı.
İsrailoğullarına vaat edilen toprakların bugünkü İsrail Devletinin kurulduğu sınırlar kadar olduğunu söylemiştik. Bunu şuradan da anlıyoruz; şayet kutsal toprakların sınırını “Nil’den Fırat’a kadar” geniş tutarsak, bunun içine ülkemizin sınırları içerisinde bulunan Harran da girer. Oysa biliyoruz ki, Hz. İbrahim Harran’a geliyor, ancak Harran’da kalmıyor. Çünkü Yehova ona: “Atalarının toprağı Kenan’a git” diye emrediyor. Aynı şekilde Hz. Yakup’ta, belirli müddet Harran’da kalıyor, ancak Tanrı orada uzun süre kalmasına müsaade etmiyor. Vaat edilen kutsal topraklara, atalarının topraklarına gitmesi yönünde telkinde bulunuyor.
Dolayısıyla, Tevrat’ta geçen “Nil’den Fırat’a kadar” ifadenin, bir mecaz veya abartı olduğunu düşünüyorum. Ben konunun siyasî boyutuna girmiyorum. Siyasî olarak Yahudilerin bütün dünyaya egemen olma ideolojisi elbette vardır. Fakat bu ideoloji, dinle özdeşleşmiş bütün Yahudileri kapsayan bir ideoloji olmayıp Siyonist bir gurubun düşüncesidir. Burada Siyonist dediğimiz zaman, dünyaya egemen olma zihniyeti olarak algılıyoruz. Bir İsrailli’ye Siyonizm nedir diye sorduğunuz zaman; bugünkü İsrail Devletinin bayrağına, sınırlarına bağlı olmak ve İsrail Devletinin vatandaşlığını kabul etmek olduğunu söyleyecektir. Ben İsrail’de bulunduğum sırada,orada Türkiye’den göç etmiş bir İstanbul Yahudisi ile tanıştım. O, Türkiye’de Siyonizm denince insanların tepki göstermelerine hayret ettiğini, çünkü Siyonizm’den kastedilenin bugün mevcut olan İsrail Devletine bağlılığı ifade ettiğini söylemişti. Fakat bazılarına göre Siyonizm kavramı, dünyaya egemen olma ideolojisidir.
Yahudiler, uzun bir süre sonra kendilerine vaat edilen kutsal topraklarda, 1948’de bağımsız İsrail Devletini kurdular. Aynen Müslümanlar gibi Hıristiyanlar da Yahudileri Tanrı’nın lanet ettiği bir kavim görüyor ve onların bir daha yeryüzünde bir araya gelip kendi başlarına bir devlet kurabileceklerine inanmıyorlardı. Ancak Yahudiler kısmen Batı dünyasındaki bölünmüşlükten faydalanarak, kısmen de Batılı ülkelerin Ortadoğu’daki menfaatları çerçevesinde, İngilizlerin desteğiyle 1948’te bağımsız İsrail Devletini kurma başarısını gösterdiler.
Bu kurulmuş olan devlet, dindar Yahudiler açısından bir küfür devletidir, Bugün, İsrail’de yaşayan ultra Ortodoks (aşırı Ortodoks) olan ve Hasidî denen dindar Yahudiler açısından bugünkü İsrail Devleti dârü’l-harp, yani küfür devletidir. Niye küfür devletidir? Oysa devlet vaat edilen kutsal topraklarda kurulmuş ve onlara istedikleri şekilde yaşama hakkı tanınmıştır. Evet, Yahudiliğin kutsal topraklarla ilgili önemli bir özelliği burada devreye giriyor. O da Mesih inancıdır.
Mesih inancı, değişik şekillerde olsa da, yeryüzünde var olan hemen hemen bütün dinlerde ve inançlarda mevcut olan bir inanç biçimidir. Ancak Yahudilik ve Hıristiyanlıkta mesih inancı ön plana çıkmıştır. İslam kültüründe de, dinin esasından olmasa da, olağanüstü güçlere sahip bir kurtarıcı beklentisi vardır.
Tevrat’ın pek çok emir ve yasağının uygulanması, Mesih’in gelmesine bağlıdır. Yahudiler, mesih gelmediği için ölüm cezasını uygulamazlar. Bugün İsrail Devletinde ölüm cezası, sadece terör ve Nazi suçluları için uygulanır. Bir kimse kasten bir adam öldürmesi durumunda Tevrat’ın emri kısastır. Fakat bu hükmün uygulanması mesihin gelmesine bağlı olduğu için, İsrail’de bu hüküm bugün uygulanmamaktadır.
Mesih inancı, Tevrat’ta yer almayan bir husustur. Zaman içerisinde ortaya çıkmıştır. Mesih inancının güçlendiği dönem, milattan sonra 70 yılında Kudüs’ün Romalılar tarafından tahrip edilmesi, orada bulunan Hz Süleyman’ın inşa ettiği mabedin yıkılması ve Yahudilerin dünyanın dört bir yanına sürgüne gönderilmesinden sonra olmuştur. Sürgün döneminde Davud soyundan bir mesihin geleceği, tekrar vaat edilen kutsal toprakları ele geçirip Hz. Süleyman ve Hz. Davut zamanında olduğu gibi muhteşem bir Yahudi devletini kuracağı düşüncesi ağırlık kazanmaya başlamıştır.
Ortodoks Yahudi inancına göre, Yahudilerin bir devlet kurabilmeleri mesihin gelmesine bağlıdır. Mesih gelecek, Yahudilerin düşmanlarını yenecek, bütün Yahudileri kendilerine vaat edilen kutsal topraklarda toplayacak ve orada muhteşem Tanrı Devletini kuracaktır. Dolayısıyla, Yahudi inancı açısından bir Yahudi devletinin kurulabilmesi, mesihin gelmesine bağlıdır. Mesih gelmediğine göre, kurulacak bir Yahudi de, dindar Yahudilere göre, dârü’l-harp olacaktır. Yahudi din bilginlerinin, Kitab-ı Mukaddes’deki bazı verilerden hareket ederek yaptıkları tespite göre, Mesih, bundan 1700 küsur yıl önce gelmesi gerekiyordu. Bilindiği üzere Yahudiler açısından dünyanın ömrü 6000 yıldır. Yaratılıştan bugüne 5762 yıl geçmiştir. Yani dünya onlara göre şu anda 5762 yaşındadır. -Tabiî, bu tarihlendirme, bilim karşısında çok komik bir durum ifade ediyor.- Hesaplara göre mesih 4250 yılında gelmiş olmalıydı. Ancak bunun üzerinden neredeyse 1700 küsur yıl geçmiş, hâlâ Mesih gelmemiştir.
Bununla birlikte, Ortodoks Yahudiler, hâlâ mesihin geleceğine inanmaya devam ederler. “Her ne kadar gelme vakti gecikmiş olsa da, ben, Mesih’in geleceğine inanırım” ifadesi, Musa bin Meymûn’un belirlediği ve Ortodoks Yahudilerin de her sabah ibadetlerinde tekrarladıkları 13 maddelik iman esasından birisidir.
Yahudilikte kutsal toprak, dinî açıdan, çok önemlidir. Tevrat’a baktığımızda, Hz. Musa’ya gelen vahiylerin bir kısmı kutsal topraklarla ilişkilendirilmiştir. Örneğin “Sana vaat ettiğim kutsal topraklara girdiğin zaman başına bir kral seçeceksin veya o kral şu şu özelliklere sahip olacak, kralın seçimi şu şekilde olacak, atanması şu şekilde olacak” şeklinde detaylı emirler vardır. Kısacası, Tevrat’taki pek çok emir ve yasak ileriye dönüktür. Zira Hz. Musa, kutsal topraklara hiç gidememiştir. Öyleyse Tevrat’ta bulunan bu tür hükümlerin uygulama safhasına geçebilmesi, İsrailoğullarının kutsal topraklara girmeleriyle mümkün olacaktır.
Kutsal toprakların, Yahudiler açısından diğer bir önemi ise, oranın dünyanın merkezi olmasıdır. Öldükten sonra haşir, kutsal topraklarda gerçekleşecektir. Bu sebeple Yahudilerin kutsal topraklara göç etmeleri gerekir.
Yahudilikte ibadetler de kutsal topraklarla bağlantılıdır. Hz. Süleyman tarafından takriben M.Ö. 966 yılında inşa edilen mabet, Yahudilikte çok önemlidir. Bütün dinlerde mabet vardır, ancak Yahudilikte mabet denilince, ibadet edilen herhangi yer kastedilmez. Yahudiler için mabet, Tanrı’nın İsrailoğullarına vaat etmiş olduğu kutsal toprakta, gene, O’nun bildirdiği yerde ve O’nun emriyle inşa edilen yer akla gelir. Burası, kurban sulaklarının ve günahlardan arınma ritüelinin icra edileceği bölümlerin de bulunduğu geniş bir yapıdır. İbadetlerin büyük bir kısmı bu mabette gerçekleştirilmesi gerekir. Yani, günde üç vakit olan ibadet Tanrı’nın seçtiği kutsal yerde yapılması gerekir. Bugün, kutsal topraklarda yaşmayan Yahudiler ibadet etmiyor mu? Elbette ediyor, ancak ibadetler, bu büyük mabedi sembolize eden sinagog veya havra denilen mahallî ibadet yerlerinde yapılmaktadır. Bu ibadetlerin geçerliliği, asıl mabette yapılan ibadetler kadar değildir. Bunlar sadece birer geçmişi anma ve yaşatma amacı taşır. Kurban takdiminin bol olduğu, çeşitli vesilelerle Tanrı’nın İsrailoğullarından çokça kurban istediği ve kurbanların da ancak mabette mümkün olduğu göz önüne alınırsa, Yahudiler açısından kutsal toprakların önemi daha iyi anlaşılır.
Günahlardan arınıp temizlenme işlemi, aynı şekilde, mabette yapılan özel törenle gerçekleştirilir. Bugün, İsrail’deki dindar Yahudiler kendilerini potansiyel olarak tame; yani, necis olarak değerlendirirler. Çünkü necis olmak, insanın gündelik hayatında her an mümkündür; otobüste giderken temiz olmadığına inanılan herhangi bir şeye değmek necislik âlametidir. Bundan temizlenmek de, gusül abdesti veya abdest almakla gerçekleştirilmez. Arınma ancak mabette kahin eşliğinde özel bir ritüelle mümkün olacaktır.
Yahudiliğin bugün, pek çok emir ve yasağı, kutsal topraklara sahip olmalarına rağmen, uygulanmamaktadır. Mabedin bulunduğu alana Yahudiler sahipler. Fakat mabedin yerinde Müslümanların kutsal mekânları Mescid-i Aksa bulunmaktadır. Bildiğiniz gibi bu alan 144 dönümlük geniş bir araziden oluşuyor. Mabet Dağı olarak bilinen bu yer, Doğu Kudüs ile Batı Kudüs arasında, Kudüs’ün tam ortasında yer almaktadır. Doğu Kudüs’ün yönetimi, 1967’de İsraillilerin eline geçmiştir. İsrail’in egemenliğinde bulunan Doğu Kudüs, aynı zamanda mabedin yerinin de bulunduğu bölgedir. Üzerinde Mescid-i Aksa bulunduğu için, bunu yıkıp yerine Hz. Süleyman tarafından inşa edilen kendi mabetlerini yeniden inşa edememektedirler.
Yahudiler, tarih boyunca, varlıklarını bu mabet sayesinde sürdürebilmişlerdir. Yani mabet, her ne kadar yıkılmış olsa da, Yahudilik bilincini canlı tutan bir sembol olmuştur. Şu anda dindar Yahudilerin tek beklentisi, bu mabedin yeniden inşa edilmesidir. Kotel olarak adlandırılan ağlama duvarı, Mescid-i Aksa’nın hemen bitişiğinde yer alır. Burası eski mabedin batı yönünde yer alan dış duvarıdır. Bu duvarın önünde her gün geçmiş için ağıt yakarlar ve o eski mabedin yeniden inşa edilmesi için Tanrı’ya yakarırlar. Beklentileri hep bu yöndedir. ‘Bu sene olmadı, ancak gelecek sene olacak derler.’ Bu aynı zamanda, mesih beklentisini de ifade eder. Oradan ‘bu sene mesih gelmedi, mabet inşa edilemedi ve biz mabette, Tevrat’ta ifade edildiği şekilde ibadet edemiyoruz, ancak seneye bu gerçekleşir’ şeklinde bir temenniyle birbirlerinden ayrılırlar.
Bugünkü İsrail Devleti, ne seküler ne de dinî bir devlettir. Dinin kurallarına ve dindarların tepkisine rağmen kurulmuştur. İsrail devletinin kurulmasında önce siyonist toplantılar vardır. İlk toplantı 1897’de Macar asıllı bir Yahudi olan, tiyatrocu ve gazeteci Theodor Herzl önderliğinde bağımsız bir Yahudi devleti kurma faaliyeti başlatılıyor. Theodor Herzl, dindar bir kişi olmadığı gibi, dinle uzaktan yakından bir alakası da yoktu. Orta halli bir tiyatro yazarı ve bir gazeteci idi. Theodor Herzl, gazete ve tiyatro yazarlığında pek başarılı olamamıştı. Bir keresinde gazetecilik görevi gereği Fransa’ya gitmişti. Fransız ordusunda bir suiistimal meydana gelmiş ve bunun suçlusu olarak da, Fransa ordusunda görev yapan Yahudi asıllı subay Alfred Dreyfus gösterilmişti. Dreyfus, sırf Yahudi olduğu için suçlanmış ve mahkemede yargılanmıştı. Theodor Herzl bu mahkemeyi izlemiş, burada gelişen olaylar neticesinde kafasında planlar kurmuştu. Yahudilere dünyanın her yerinde zulmediliyor. Doğuda olduğu gibi Batıda da durum aynıdır. Çünkü, Hıristiyanlar Yahudileri lanetli ve hatta köpekle eşdeğerde görürler. Özellikle Doğu Avrupa Hıristiyanları, Yahudilerden oldum olası hoşlanmazlar. Theodor Herzl, orada olup bitenler çerçevesinde, Yahudilerin bu itilip kakılmışlıktan ancak kendilerine has bağımsız bir devlet kurduktan sonra kurtulabileceklerini düşünür. Onun amacı, dünyanın neresinde olursa olsun bir Yahudi devleti kurmaktır. Kutsal topraklar onun umurunda bile değildir. Ona göre, Yahudilerin kendi başlarına yaşayabilecekleri bir yer olsun da, isterse Afrika’da olsun fark etmezdi. Örneğin onun bir Uganda projesi vardır. Herzl, dönemin İngiltere Başbakanı Benjamin Disraeli’nin de desteğini alarak, Uganda projesini gerçekleştirmek istiyor. Ancak Yahudi otoriteler, Yahudiler ancak kutsal topraklarda devlet kurabilirler gerekçesiyle, buna müsaade etmiyorlar. Herzl, Yahudi dinî otoritelerin desteğini alamayınca bu işten vazgeçiyor. Hatta başka yerler için de projeler yapıyor, ancak yine aynı gerekçe yüzünden amacını gerçekleştiremiyor. Sonra Kudüs merkezli bir Yahudi devleti projesi hayata geçiriliyor. Bu tıpkı, Tevrat’ta sınırları belirlenmiş, kutsal topraklarda yer alan bir Yahudi devleti kurma planıdır.
İsrail Devletinin kuruluşunda ve siyonist hareketin başlangıcında dindarların büyük tepkisi var. Basel’de ilk siyonist kongre toplandığı zaman, bazı dinî otoriteler, bunu protesto eden şeyler gönderiyorlar. Yugoslavya cemaati önderi haham –şu anda ismini hatırlamıyorum- Theodor Herzl’e gönderdiği bir mektubunda şöyle diyor: “Siyonistler bizim öncümüz olamazlar, çünkü bunların dinle, diyanetle alakaları yoktur. Siyonistler bizim kurtarıcımız da olamazlar, çünkü bizim kurtarıcımız Mesih’tir.” Bütün bu karşı çıkmalara rağmen, Theodor Herzl amacını adım adım uygulamaya koymuştur. İletişim Yayınevinden 1850’den 1948’e kadar Kudüs’ü anlatan çeviri bir kitap çıktı. Bu kitapta, oradaki Yahudi yerleşiminin nasıl böyle adım adım gerçekleştiğini görebilirsiniz. Theodor Herzl 1895’te şöyle bir kehanette bulunmuştur: “Önümüzdeki beş yıl içerisinde değil, ama herhalde 50 yıl içerisinde Yahudiler bağımsız bir İsrail devletini kuracaklardır.” Dediği gibi de olur ve kehanet tutar. Yahudiler yaklaşık 50 yıl sonra, kendilerine vaat edilen kutsal topraklarda, bağımsız bir şekilde yaşama emelini gerçekleştirmiş oldular.
1948’te siyonist amaçlar çerçevesinde kurulan devlete dinî otoriteler yine tepki göstermişlerdir. Ancak o zamanki İsrail Başbakanı Ben Gurion, dinî otoritelere bir takım tavizler vererek bir anlaşma yapmıştır. Daha önce bahsettiğimiz bu Hasidi grup İsrail devleti sınırları içerisinde yaşayacak, İsrail devletinin bütün imkânlarından yararlanacaktır. Bunlar sonradan bir parti bile kurup kendilerinden bir milletvekili çıkarırlar. Bunu da koalisyon hükümetine –İsrail’de zaten bütün hükümetler koalisyon şeklinde kurulur- ortak yaparlar. Bu tek milletvekiliyle, İsrail Devletinden hak ettiklerinden fazlasını almayı başarırlar. Bunların devlete verdikleri hiçbir şey yoktur. Üstelik askere bile gitmezler. Oysa İsrail’de de askerlik çok önemlidir. İsrail’de erkekler üç yıl askerlik yaparlar. Bu üç yıllık süre dönüşümlüdür. Zorunlu askerlik görev emri geldiğinde, nerede olunursa olunsun –ister üniversitede öğrenci ister fabrikada işçi olsun fark etmez- alır götürürler. Bayanların bile iki sene askerlik yaptığı bir ülkede, Hasidiler erkeklerini de askere göndermezler. Dolayısıyla İsrail’in kuruluşunda ve İsrail’in politikalarının oluşmasında ultra Ortodoks denilen aşırı tarikatçı dindarların bir etkisi söz konusu olmadığı gibi, muhalefetleri de vardır. İsrail’de dindar tipi farklıdır; bir geleneksel dindarlar, bir de tarikatçı tipi dindarlar vardır. Bunların dışında Hilloni dediğimiz laikler vardır. Ultra Ortodoks denilen Hasidilerin, zaten dünyayla ilişkileri yoktur. Şu anda İsrail’de olup bitenlerle de ilgilenmezler. Onlar sadece ibadet ve dua ile meşgul olurlar. Ağlama duvarının önünde sabah-akşam mesihin gelmesi için dua ederler
 
Geri
Üst