SoruCevap
Yeni Üye
- Katılım
- 17 Ocak 2024
- Mesajlar
- 350.999
- Çözümler
- 1
- Tepkime puanı
- 17
- Puan
- 308
- Yaş
- 36
- Konu Yazar
- #1
insan hakları ekseninde sivil toplum örgütleri - sivil toplum örgütlenmesi - sivil toplum örgütlerinin önemi
İnsan, insan olarak yaratılmış olmak dolayısıyla birtakım haklar ve yükümlülüklere sahiptir. İnsanın bu haklardan vazgeçmeye, bunları devretmeye hakkı olmadığı gibi, hiçbir gücün de hiçbir gerekçeyle bu hakları ortadan kaldırma yetkisi bulunmamaktadır. Bu da, insan haklarının insandan ayrılmazlığını vurgulamakta ve hakların temelinde 'insan olarak yaratılma'nın asıl faktör olduğuna işaret etmektedir.
Bu hakları ifade etmek üzere çeşitli terimlerin kullanılmış olduğunu görüyoruz; kişi hak ve özgürlükleri, temel hak ve özgürlükler, kamu özgürlükleri, vb. Ancak bunların hiçbirisi, insan hakları kavramı kadar geniş kapsamlı değildir. Hak kavramı, özgürlükleri içermenin yanısıra, kamu otoritelerinden ve özel kişilerden birtakım somut taleplerde bulunabilme yetkisini de taşır ve bu yüzden de daha geniş kapsamlıdır. İnsan Hakları kavramı, pozitif hukuk tarafından tanınmış olsun olmasın, insanların insan olmak dolayısıyla sahip olmaları gerekli tüm hak ve özgürlükleri ifade etmektedir. Bu yönüyle pozitif hukukun dışında ve üstünde bir anlam taşımaktadır; yalnız olanı değil, olması gerekeni de içermektedir.
İnsan hakları, sadece belli bir zamanda, belli bir ülkede yaşayan insanlar için, belli bir anayasa ve yasalarla tanınan hak ve özgürlükleri değil, zaman ve mekandan soyut bir biçimde, ayrımsız tüm insanlar için tanınması gereken hak ve özgürlükleri ifade etmektedir. Bu nedenlerden dolayı insan hakları kavramı, bu alanda kullanılan benzer kavramların en kapsamlısıdır. İnsan hakları kavramı, yazılı hukukun tanıdığı haklarla olduğu kadar, olması gerekenlerle ve evrensel olanla da ilgilidir ve insan hakları, her zaman anayasa ve yasaların tanıdığı hak ve özgürlükler katalogunun önünde koşmaktadır.
Ancak insan haklarının kavramsallaştırılması çok yenidir ve modern dünyaya aittir. Günümüzde insan hakları dendiğinde, daha çok batılı kavramsal çerçeve anlaşılmaktadır ve bu Batılı insan hakları kuramına ve politikalarına zaman zaman çeşitli itirazlar yönelmiştir. Bu noktada, insan haklarını yalnız kendine özgü değerler olarak kabul eden; bu kavramı bir kültür üstünlüğü olarak sunan ve kendi dışındaki kültürlere insan hakları bahanesiyle müdahaleyi hak sayan Batı'nın egemen politikaları, hem Batı'nın insan hakları politikalarının, hem de insan hakları kavramının ve onun evrenselliğinin tartışılmasına yolaçmaktadır.
Ancak herşeye rağmen insan haklarından ve onun evrenselliğinden vazgeçmemek gerekmektedir. Çünkü, kim tarafından ne amaçla kavramsallaştırılmış olursa olsun insan hakları, tam bir eşitlikle, insanlık ailesinin her bireyinin sahip olduğu insanlık onuruna bağlı haklardır. İnsanlık onurunda din, dil, cins, renk, ırk ve kavim farkı gözetilmediği gibi, insanlık onuruna sıkıca bağlı olan ve yararlanılabilmesi için insan bireyi olmaktan başka şart aranmayan insan haklarında, hiçbir farklılık ve ayrıcalık söz konusu olamaz.
İnsan hakları mücadelesi insanlık tarihiyle başlar. Tarih boyunca yönetimi ele geçirenler, yönettikleri insanların birtakım haklarını kısıtlayarak veya yokederek egemenliklerini sürdürmüşlerdir.
İlk dönem zorba yöneticilerin ve kavimlerin tarihinde yoğun insan hakları ihlalleri görüldüğü gibi, devlet kavramının ortaya çıktığı sonraki dönemlerde de otoriteler tarafından pek çok alanda hak ve özgürlük sınırlamalarının yaşandığı bilinmektedir.
Oysa Thomas Paine'in ifade ettiği gibi birey, devletlerden, yönetimlerden öncedir ve bireyler, bizzat kendileri, tek tek kendi kişilik ve hükümranlık haklarına dayanarak, bir yönetim oluşturmak amacıyla, birbirleriyle bir anlaşmaya girerek yönetimleri ya da hükümetleri, devletleri oluşturmuşlardır. Anlaşmanın gerçekleştiricisi birey olduğundan yönetimler, bireyin haklarını ihlal edici düzenlemelere giremezler. Çünkü anlaşma ile birey, haklarından vaz geçmiş değildir; aksine söz konusu haklarının korunmasını istemektedir. Yönetim ya da devlet, toplumun ortak işlerinin yürütülmesinde araçsal bir değere sahiptir; o, masrafını ödeyen tüm toplumun malıdır ve yönetimin kendi başına sahip olduğu haklar yoktur, hepsi görevdir.
Genel olarak dünyada birleşme özgürlükleri, yasayla tanınmadan da kullanılabiliyorken, Türkiye'de bunlardan yararlanabilmek için Yasa'nın bunları bağışlamasını beklemek gerekmiştir.
Anayasaya göre Türkiye Cumhuriyeti Devleti, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir. Ancak demokratik nitelemesine karşın, halkın yönetime katılma hakkını yeterince kullanamadığı görülmektedir. Hükümeti ele geçiren ve bürokratik iktidar güçlerinden icazetli partilerin, Siyasal Partiler Yasası ve Seçim Yasaları üzerinde oynadıkları oyunlarla, halk iradesi barajlarda boğulmakta ve TBMM'ne yansımamaktadır. Halkın özgür iradesini tam temsil edemeyen ve dolayısıyla bir temsil krizi yaşayan parlamento, hükümet üzerinde gerekli siyasal denetimi sağlamaktan aciz kalmaktadır. Halka değil, siyasal parti liderlerine dayanan milletvekilleri, özgür iradeleriyle hareket edememektedirler. Çünkü demokratik mekanizmalar, siyasal partilerin iç bünyelerinde de işlememektedir. Böyle bir yapısal sorun içerisindeki partilerin lider kadroları, hükümet koltuklarına oturdukları zaman da, kendi politikalarını değil, yönetmeleri gereken bürokrasinin belirlediği politikaları uygulamak zorunda kalmaktadırlar. Bu yüzden ülkemizde hükümet politikalarından sözedilememektedir. Nitekim hükümet olmakla iktidar olmanın Türkiye'de farklı şeyler oldukları, son yıllarda daha açıkça görülmüştür.
Sonuç olarak insan hakları, Türkiye için genel ve çok önemli bir sorundur. Bu sorunun çözümlenmesinin yolu da, ülkemizin yeniden bir devlet; yeniden bir insan tanımı yapmasından geçmektedir. Çünkü mevcut sistem, insan hakları sorunu üretmektedir ve insan haklarını korumaya elverişli değildir.
SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLENMESİ
Türkiye'nin insan hakları sorununun çözümü, öncelikle Türkiye'de yaşayan insanların, hak ve özgürlüklerinin neler olduğunu öğrenerek, onlara sahip çıkmaları ve onları korumak için örgütlü bir mücadeleyi geliştirmeleri yoluyla gerçekleştirilebilir. Ancak bu konuda da ciddi birtakım engeller bulunmaktadır.
Bu engellerin en önemli bölümünü, insan hakları sorunumuzun sadece devlet yapılanmasından ve resmi insan ve devlet anlayışından kaynaklanmıyor olması oluşturmaktadır. Devlet mekanizmalarında yerleşikliğinden yakındığımız zihinsel sorunlar, ne yazık ki toplumda da yaygınlık kazanmış bulunmaktadır.
Çağdaş toplumlar, artık birbirinden kopuk bireylerden çok, örgütlü insan topluluklarından oluşmaktadır. Bu örgütlü toplumsallaşma, kolektif özgürlükleri on plana çıkarmaktadır. Bir grup içinde yer almayan birey, kamusal yaşam üzerinde pek etkili olamamaktadır. Bu nedenle birleşme özgürlükleri (dernek,sendika, toplantı vb) hem çıkarları korumanın, hem de kamusal yaşama katılmanın en etkili araçlarıdır. Ne var ki otoriter devletler, örgütlenme özgürlüğünü de güçleri yettiğince kısıtlamaktadırlar. Yukarıda da değindiğimiz gibi, birleşme özgürlüklerinde yasalarda olmayan bir biçimde müdahale ile fiili durumlar oluşturmakta ve bu özgürlüklerin kullanılmasını önlemeye çalışmaktadırlar.
Dernekler Kanunu, Vakıflar Kanunu, Sendikalar Kanunu, Siyasal Partiler Kanunu ve benzeri örgütlenme özgürlüğüne ilişkin tüm yasal düzenlemelerde oldukça geniş sınırlamalar getirilmiştir.
Tüm bu katı ve bağnaz tutumlara rağmen, mevcut dar sınırlar içerisinde oluşturulacak sivil toplum örgütleriyle yine de birtakım mesafeler alınabilmektedir. Büyük zorluklarla yürütülen bu mücadeleler sonucunda, ulusal ve uluslararası düzeyde kamuoyu oluşturulması, insanımızın bilgilendirilmesi ve bilinçlendirilmesi mümkün olabilmektedir.
Daha Cumhuriyet’in ilk kuruluş yıllarında, muhalefet partisi de iktidar güçlerince kurulmuştur. Bu alışkanlık daha sonraki yıllarda da sürmüş ve gelenek haline getirilerek bugüne kadar uygulamıştır. Bunun tipik örnekleri, hem siyasal partiler dünyasında, hem de meslek örgütleri ve odalar dünyasında görülmektedir. Siyasal alanda bazı liderlerin ölünceye kadar ülke insanının sırtından inmeyişlerinin sırrı, sadece kendi karizmalarında değil, biraz da bu kadim gelenekte aranmalıdır. Siyasal partilerin birçoğu, halk iradesini parlamentoya taşıyarak, halkın temsilcileri olarak halk adına egemenliği kullanmak bürokrasi tarafından belirlenen politikaların uygulanmasına aracılık etmektedirler.
Meslek kuruluşları, bazı işçi ve işveren kuruluşları ve odalar da bu gelenek dolayısıyla birtakım görevlilere kurdurulmuş, akredite edilmiş ve sürekli sübvanse edilerek, hem resmi politikaların uygulanmasına, hem de ortak çıkarların gerçekleştirilmesine aracılık etmişlerdir.
Bu kuruluşlar, mensuplarının çıkarları için çalışıyor gibi gözükseler de, aslında devlet güçlerince kendilerine verilen görevleri yerine getirmekte, birtakım odaklarda belirlenmiş politikaları uygulamaktadırlar. Bu kuruluşlar, sivil toplumu oluşturmak, örgütlemek ve resmi toplum karşısında güçlendirmek gibi bir amaç içerisinde bulunmamaktadırlar. Aksine bu kuruluşlar, resmi politikaları belirleyen çevrelerin istemediği bir sivil toplum örgütlenmesinin gelişmesini önlemeye ve sivil toplumu kontrol etmeye çalışmaktadırlar. Nitekim bunlardan bazılarının 28 Şubat’tan sonra yaşanan gelişmelerde, kendilerine yüklenen görevleri ne kadar içten ve başarıyla yerine getirdikleri görülmüştür. Bu nedenle bu kuruluşları, yasal konumlarına da uygun olarak yarı resmi kamu kuruluşları olarak görmek ve birer sivil toplum örgütü olarak tanımlamamak gerekiyor.
Bunların dışında farklı toplumsal kesimlerin oluşturduğu birtakım sivil toplum örgütleri bulunmaktadır. Sayıları çok fazla olmasına rağmen, kendilerini sınırlayan yasal düzenlemeler ve bir türlü kurtulamadıkları kadro, eleman, finansman ve alt yapı yetersizlikleri yüzünden yeterli ölçüde işlevsel olamamakta iseler de bu örgütler, örgütlü toplumun oluşumunda önemli roller oynamışlardır.
Sivil toplum örgütlerinin en önemli handikapı ise, insanımızdaki örgütlü toplumun önemine ilişkin bilinç eksikliği ve mevcut kuruluşların belirlenmiş bir zaman içerisinde ulaşılması gerekli birtakım hedeflere yönelik çalışma ve yönetim anlayışından yoksun oluşlarıdır. Bu nedenlerle ülkemizdeki sivil toplum örgütlerinin refleksleri iyi çalışmamakta ve toplumu yeterince örgütleyememektedirler.
Bu örgütlere toplum da yeterince sahip çıkmamakta, üye olmamakta ve çalışmalarına katılmamaktadır. Üye olanlar da tam sahiplenmemekte, aidatlarını bile zamanında ödememekte, birçoğu iki yılda bir yapılan genel kurul toplantılarına dahi katılmamaktadır. Genel kurul toplantılarına katılan üyeler içerisinde, yönetime hesap soran, faaliyetleri denetleyen, çalışmalara katılan üye sayısı çok düşük düzeylerdedir. Büyük çoğunluğu bir kültürel etkinliği izleme tavrı içerisinde genel kurula katılmaktadır. Genel toplumdan bu anlamda daha bilinçli olduğu düşünülen üye tabanının bu ilgisizliği ve duyarsızlığı, örgüt yönetim kadrolarının hem heyecanını, motivasyonunu azaltmakta, hem de örgüt içerisinde yönetim ya da lider sultası oluşmasına neden olmaktadır.
alıntı
İnsan, insan olarak yaratılmış olmak dolayısıyla birtakım haklar ve yükümlülüklere sahiptir. İnsanın bu haklardan vazgeçmeye, bunları devretmeye hakkı olmadığı gibi, hiçbir gücün de hiçbir gerekçeyle bu hakları ortadan kaldırma yetkisi bulunmamaktadır. Bu da, insan haklarının insandan ayrılmazlığını vurgulamakta ve hakların temelinde 'insan olarak yaratılma'nın asıl faktör olduğuna işaret etmektedir.
Bu hakları ifade etmek üzere çeşitli terimlerin kullanılmış olduğunu görüyoruz; kişi hak ve özgürlükleri, temel hak ve özgürlükler, kamu özgürlükleri, vb. Ancak bunların hiçbirisi, insan hakları kavramı kadar geniş kapsamlı değildir. Hak kavramı, özgürlükleri içermenin yanısıra, kamu otoritelerinden ve özel kişilerden birtakım somut taleplerde bulunabilme yetkisini de taşır ve bu yüzden de daha geniş kapsamlıdır. İnsan Hakları kavramı, pozitif hukuk tarafından tanınmış olsun olmasın, insanların insan olmak dolayısıyla sahip olmaları gerekli tüm hak ve özgürlükleri ifade etmektedir. Bu yönüyle pozitif hukukun dışında ve üstünde bir anlam taşımaktadır; yalnız olanı değil, olması gerekeni de içermektedir.
İnsan hakları, sadece belli bir zamanda, belli bir ülkede yaşayan insanlar için, belli bir anayasa ve yasalarla tanınan hak ve özgürlükleri değil, zaman ve mekandan soyut bir biçimde, ayrımsız tüm insanlar için tanınması gereken hak ve özgürlükleri ifade etmektedir. Bu nedenlerden dolayı insan hakları kavramı, bu alanda kullanılan benzer kavramların en kapsamlısıdır. İnsan hakları kavramı, yazılı hukukun tanıdığı haklarla olduğu kadar, olması gerekenlerle ve evrensel olanla da ilgilidir ve insan hakları, her zaman anayasa ve yasaların tanıdığı hak ve özgürlükler katalogunun önünde koşmaktadır.
Ancak insan haklarının kavramsallaştırılması çok yenidir ve modern dünyaya aittir. Günümüzde insan hakları dendiğinde, daha çok batılı kavramsal çerçeve anlaşılmaktadır ve bu Batılı insan hakları kuramına ve politikalarına zaman zaman çeşitli itirazlar yönelmiştir. Bu noktada, insan haklarını yalnız kendine özgü değerler olarak kabul eden; bu kavramı bir kültür üstünlüğü olarak sunan ve kendi dışındaki kültürlere insan hakları bahanesiyle müdahaleyi hak sayan Batı'nın egemen politikaları, hem Batı'nın insan hakları politikalarının, hem de insan hakları kavramının ve onun evrenselliğinin tartışılmasına yolaçmaktadır.
Ancak herşeye rağmen insan haklarından ve onun evrenselliğinden vazgeçmemek gerekmektedir. Çünkü, kim tarafından ne amaçla kavramsallaştırılmış olursa olsun insan hakları, tam bir eşitlikle, insanlık ailesinin her bireyinin sahip olduğu insanlık onuruna bağlı haklardır. İnsanlık onurunda din, dil, cins, renk, ırk ve kavim farkı gözetilmediği gibi, insanlık onuruna sıkıca bağlı olan ve yararlanılabilmesi için insan bireyi olmaktan başka şart aranmayan insan haklarında, hiçbir farklılık ve ayrıcalık söz konusu olamaz.
İnsan hakları mücadelesi insanlık tarihiyle başlar. Tarih boyunca yönetimi ele geçirenler, yönettikleri insanların birtakım haklarını kısıtlayarak veya yokederek egemenliklerini sürdürmüşlerdir.
İlk dönem zorba yöneticilerin ve kavimlerin tarihinde yoğun insan hakları ihlalleri görüldüğü gibi, devlet kavramının ortaya çıktığı sonraki dönemlerde de otoriteler tarafından pek çok alanda hak ve özgürlük sınırlamalarının yaşandığı bilinmektedir.
Oysa Thomas Paine'in ifade ettiği gibi birey, devletlerden, yönetimlerden öncedir ve bireyler, bizzat kendileri, tek tek kendi kişilik ve hükümranlık haklarına dayanarak, bir yönetim oluşturmak amacıyla, birbirleriyle bir anlaşmaya girerek yönetimleri ya da hükümetleri, devletleri oluşturmuşlardır. Anlaşmanın gerçekleştiricisi birey olduğundan yönetimler, bireyin haklarını ihlal edici düzenlemelere giremezler. Çünkü anlaşma ile birey, haklarından vaz geçmiş değildir; aksine söz konusu haklarının korunmasını istemektedir. Yönetim ya da devlet, toplumun ortak işlerinin yürütülmesinde araçsal bir değere sahiptir; o, masrafını ödeyen tüm toplumun malıdır ve yönetimin kendi başına sahip olduğu haklar yoktur, hepsi görevdir.
Genel olarak dünyada birleşme özgürlükleri, yasayla tanınmadan da kullanılabiliyorken, Türkiye'de bunlardan yararlanabilmek için Yasa'nın bunları bağışlamasını beklemek gerekmiştir.
Anayasaya göre Türkiye Cumhuriyeti Devleti, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir. Ancak demokratik nitelemesine karşın, halkın yönetime katılma hakkını yeterince kullanamadığı görülmektedir. Hükümeti ele geçiren ve bürokratik iktidar güçlerinden icazetli partilerin, Siyasal Partiler Yasası ve Seçim Yasaları üzerinde oynadıkları oyunlarla, halk iradesi barajlarda boğulmakta ve TBMM'ne yansımamaktadır. Halkın özgür iradesini tam temsil edemeyen ve dolayısıyla bir temsil krizi yaşayan parlamento, hükümet üzerinde gerekli siyasal denetimi sağlamaktan aciz kalmaktadır. Halka değil, siyasal parti liderlerine dayanan milletvekilleri, özgür iradeleriyle hareket edememektedirler. Çünkü demokratik mekanizmalar, siyasal partilerin iç bünyelerinde de işlememektedir. Böyle bir yapısal sorun içerisindeki partilerin lider kadroları, hükümet koltuklarına oturdukları zaman da, kendi politikalarını değil, yönetmeleri gereken bürokrasinin belirlediği politikaları uygulamak zorunda kalmaktadırlar. Bu yüzden ülkemizde hükümet politikalarından sözedilememektedir. Nitekim hükümet olmakla iktidar olmanın Türkiye'de farklı şeyler oldukları, son yıllarda daha açıkça görülmüştür.
Sonuç olarak insan hakları, Türkiye için genel ve çok önemli bir sorundur. Bu sorunun çözümlenmesinin yolu da, ülkemizin yeniden bir devlet; yeniden bir insan tanımı yapmasından geçmektedir. Çünkü mevcut sistem, insan hakları sorunu üretmektedir ve insan haklarını korumaya elverişli değildir.
SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLENMESİ
Türkiye'nin insan hakları sorununun çözümü, öncelikle Türkiye'de yaşayan insanların, hak ve özgürlüklerinin neler olduğunu öğrenerek, onlara sahip çıkmaları ve onları korumak için örgütlü bir mücadeleyi geliştirmeleri yoluyla gerçekleştirilebilir. Ancak bu konuda da ciddi birtakım engeller bulunmaktadır.
Bu engellerin en önemli bölümünü, insan hakları sorunumuzun sadece devlet yapılanmasından ve resmi insan ve devlet anlayışından kaynaklanmıyor olması oluşturmaktadır. Devlet mekanizmalarında yerleşikliğinden yakındığımız zihinsel sorunlar, ne yazık ki toplumda da yaygınlık kazanmış bulunmaktadır.
Çağdaş toplumlar, artık birbirinden kopuk bireylerden çok, örgütlü insan topluluklarından oluşmaktadır. Bu örgütlü toplumsallaşma, kolektif özgürlükleri on plana çıkarmaktadır. Bir grup içinde yer almayan birey, kamusal yaşam üzerinde pek etkili olamamaktadır. Bu nedenle birleşme özgürlükleri (dernek,sendika, toplantı vb) hem çıkarları korumanın, hem de kamusal yaşama katılmanın en etkili araçlarıdır. Ne var ki otoriter devletler, örgütlenme özgürlüğünü de güçleri yettiğince kısıtlamaktadırlar. Yukarıda da değindiğimiz gibi, birleşme özgürlüklerinde yasalarda olmayan bir biçimde müdahale ile fiili durumlar oluşturmakta ve bu özgürlüklerin kullanılmasını önlemeye çalışmaktadırlar.
Dernekler Kanunu, Vakıflar Kanunu, Sendikalar Kanunu, Siyasal Partiler Kanunu ve benzeri örgütlenme özgürlüğüne ilişkin tüm yasal düzenlemelerde oldukça geniş sınırlamalar getirilmiştir.
Tüm bu katı ve bağnaz tutumlara rağmen, mevcut dar sınırlar içerisinde oluşturulacak sivil toplum örgütleriyle yine de birtakım mesafeler alınabilmektedir. Büyük zorluklarla yürütülen bu mücadeleler sonucunda, ulusal ve uluslararası düzeyde kamuoyu oluşturulması, insanımızın bilgilendirilmesi ve bilinçlendirilmesi mümkün olabilmektedir.
Daha Cumhuriyet’in ilk kuruluş yıllarında, muhalefet partisi de iktidar güçlerince kurulmuştur. Bu alışkanlık daha sonraki yıllarda da sürmüş ve gelenek haline getirilerek bugüne kadar uygulamıştır. Bunun tipik örnekleri, hem siyasal partiler dünyasında, hem de meslek örgütleri ve odalar dünyasında görülmektedir. Siyasal alanda bazı liderlerin ölünceye kadar ülke insanının sırtından inmeyişlerinin sırrı, sadece kendi karizmalarında değil, biraz da bu kadim gelenekte aranmalıdır. Siyasal partilerin birçoğu, halk iradesini parlamentoya taşıyarak, halkın temsilcileri olarak halk adına egemenliği kullanmak bürokrasi tarafından belirlenen politikaların uygulanmasına aracılık etmektedirler.
Meslek kuruluşları, bazı işçi ve işveren kuruluşları ve odalar da bu gelenek dolayısıyla birtakım görevlilere kurdurulmuş, akredite edilmiş ve sürekli sübvanse edilerek, hem resmi politikaların uygulanmasına, hem de ortak çıkarların gerçekleştirilmesine aracılık etmişlerdir.
Bu kuruluşlar, mensuplarının çıkarları için çalışıyor gibi gözükseler de, aslında devlet güçlerince kendilerine verilen görevleri yerine getirmekte, birtakım odaklarda belirlenmiş politikaları uygulamaktadırlar. Bu kuruluşlar, sivil toplumu oluşturmak, örgütlemek ve resmi toplum karşısında güçlendirmek gibi bir amaç içerisinde bulunmamaktadırlar. Aksine bu kuruluşlar, resmi politikaları belirleyen çevrelerin istemediği bir sivil toplum örgütlenmesinin gelişmesini önlemeye ve sivil toplumu kontrol etmeye çalışmaktadırlar. Nitekim bunlardan bazılarının 28 Şubat’tan sonra yaşanan gelişmelerde, kendilerine yüklenen görevleri ne kadar içten ve başarıyla yerine getirdikleri görülmüştür. Bu nedenle bu kuruluşları, yasal konumlarına da uygun olarak yarı resmi kamu kuruluşları olarak görmek ve birer sivil toplum örgütü olarak tanımlamamak gerekiyor.
Bunların dışında farklı toplumsal kesimlerin oluşturduğu birtakım sivil toplum örgütleri bulunmaktadır. Sayıları çok fazla olmasına rağmen, kendilerini sınırlayan yasal düzenlemeler ve bir türlü kurtulamadıkları kadro, eleman, finansman ve alt yapı yetersizlikleri yüzünden yeterli ölçüde işlevsel olamamakta iseler de bu örgütler, örgütlü toplumun oluşumunda önemli roller oynamışlardır.
Sivil toplum örgütlerinin en önemli handikapı ise, insanımızdaki örgütlü toplumun önemine ilişkin bilinç eksikliği ve mevcut kuruluşların belirlenmiş bir zaman içerisinde ulaşılması gerekli birtakım hedeflere yönelik çalışma ve yönetim anlayışından yoksun oluşlarıdır. Bu nedenlerle ülkemizdeki sivil toplum örgütlerinin refleksleri iyi çalışmamakta ve toplumu yeterince örgütleyememektedirler.
Bu örgütlere toplum da yeterince sahip çıkmamakta, üye olmamakta ve çalışmalarına katılmamaktadır. Üye olanlar da tam sahiplenmemekte, aidatlarını bile zamanında ödememekte, birçoğu iki yılda bir yapılan genel kurul toplantılarına dahi katılmamaktadır. Genel kurul toplantılarına katılan üyeler içerisinde, yönetime hesap soran, faaliyetleri denetleyen, çalışmalara katılan üye sayısı çok düşük düzeylerdedir. Büyük çoğunluğu bir kültürel etkinliği izleme tavrı içerisinde genel kurula katılmaktadır. Genel toplumdan bu anlamda daha bilinçli olduğu düşünülen üye tabanının bu ilgisizliği ve duyarsızlığı, örgüt yönetim kadrolarının hem heyecanını, motivasyonunu azaltmakta, hem de örgüt içerisinde yönetim ya da lider sultası oluşmasına neden olmaktadır.
alıntı