SoruCevap
Yeni Üye
- Katılım
- 17 Ocak 2024
- Mesajlar
- 350.999
- Çözümler
- 1
- Tepkime puanı
- 17
- Puan
- 308
- Yaş
- 36
15 Mart 1923'te Atatürk Adana'ya geldiklerinde, yol kenarında Antakya ve İskenderun'u sembolize eden iki genç kızın hıçkırıklar arasında, "Bizi de kurtar" feryadına karşılık, "Kırk asırlık Türk yurdu ecnebi elinde kalamaz" demiştir.
20 Ekim 1921'de imzalanmış olan Ankara Antlaşması, İskenderun Sancağını Suriye'den ayırarak ayrı bir statüye tabi tutuyordu. Bu Antlaşmanın 7. Maddesi, İskenderun beldesi için özel bir idare usulü kurulacağını; bu bölgenin Türk ırkından olan sakinlerinin, kültürlerinin gelişmesi için her türlü kolaylıktan faydalanacağını ve Türk parasının orada resmi mahiyet taşıyacağını öngörmüştür. Antlaşma hükmüne uygun olarak, 8 Ağustos 1922'de Sancak'ta bir bölgesel idare kurulmuştur.
Fransa, Suriye ile anlaşarak manda idaresine son vermeyi kararlaştırmıştı. Hatta, 8 Eylül 1936 tarihinde parafe edilen antlaşma ile Suriye'de manda idaresinin son bulduğu öngörülüyor, ancak Sancak'ın durumundan söz edilmiyordu. Türkiye'de bu durum Sancak'ın kaderi hakkında genel bir kaygı uyandırdı. Türk Hükümeti, Sancak sorununun önemi üzerine eğilerek; 6 Ekim 1936'da Milletler Cemiyeti Assamblesi'nde ve daha sonra 9 Ekim 1936'da Fransa'ya verdiği bir nota ile görüşünü belirtti.
Atatürk davaya verilen önemi, 1 Kasım 1936 TBMM'ni açış nutkunda, kesin ve belirli şekilde dünya kamuoyuna duyurmuştur. "Bu sırada, milletimizi gece gündüz meşgul eden başlıca büyük mesele hakiki sahibi öz Türk olan İskenderun-Antakya ve havalisinin mukadderatıdır. Bunun üzerinde, ciddiyet ve kifayetle durmaya mecburuz. Daima kendisi ile dostluğa çok ehemmiyet verdiğimiz Fransa ile aramazda tek ve büyük mesele budur. Bu işin hakikatını bilenler ve hakkı sevenler, alakamızın şiddetini ve samimiyetini iyi anlarlar ve tabii görürler."
Fransa, Sancak'ın Suriye'den ayrılamayacağını açıklamakla, Türk görüşüne kesin red cevabı vermiş oluyordu. Sorunun Milletler Cemiyeti'nde görüşülmesi ve bu kurulun tavsiyesi ile Sancak bölgesine üç müşahidin gönderilmesi, Sancak davasının milletlerarası planda da önemini artırmış oldu. İngiliz Dışişleri Bakanı Anthony Eden'in aracılığı ile, 24 Ocak'ta bir prensip Antlaşmasına varıldı.
Almanya'nın 1938 Martında Avusturya'yı ilhakı, Fransa'nın Almanya'ya karşı Doğu'da kuvvetli bir Türkiye'ye ihtiyacını gösteriyordu. Boğazların da Avrupa'da büyüyen kriz ve uyuşmazlıklar sebebiyle önemi artmıştı. Haziran 1938'de, Antakya'da Türk ve Fransız askeri heyetleri arasında yapılan görüşmeler sonucu, 3 Temmuz 1938'de Antlaşma yapıldı. Hatay'ın toprak bütünlüğü ile siyasi statüsünü korumak amacı ile her iki devlet 2500'er kişilik askeri kuvvet göndermeyi kabul etmişlerdi. Türk Ordusu 4 Temmuz 1938'de Hatay'a girerek görevine başladı. Türkiye ile Fransa arasında imzalanan dostluk antlaşması bu iki devleti birbirine yaklaştırıyordu. Yapılan seçimler sonucunda Meclis, 2 Eylül 1938'de ilk toplantısını yaptı ve bağımsız Hatay Cumhuriyeti'ni ilan etti. Cumhurbaşkanlığına Tayfur Sökmen, Başbakanlığa Abdurrahman Melek getirildi. 23 Haziran 1939 tarihinde Türkiye ile Fransa arasında yapılan yeni bir antlaşma ile, Hatay halkının da arzusuna uygun olarak Fransa, Hatay'ın Türkiye'ye katılmasını kabul etti.
10 Ocak 1937
Atatürk hasta ve mevsimin kış olmasına karşın, Hatay sorunu nedeniyle İstanbul'a tekrar gelmişlerdir. Amacı, Hatay konusu ile ilgili gelişmeleri İstanbul'dan izlemek ve büyük gazetelerdeki bazı başmakaleleri de bizzat yazmaktır.Atatürk İstanbul il sınırında, İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ, Merkez Komutanı General Halis bıyıktay tarafından karşılanmıştır. Haydarpaşa Garı'na Atatürk'ün özel treni girdiği zaman, garda bekleyen, General Ali Fuat Erden, General Suphi, General Osman Tufan, hükümet üyeleri, Hataylılar tarafından sevinç ve hararetle karşılandı. Hasta ve yorgundu. Güzel yüzünden bunu anlamak hemen mümkündü. Karşılayanların ellerini sıktıktan sonra yavaş yavaş, Haydarpaşa Rıhtımı'nda, kendilerini bekleyen denizyollarının "Kalamış" adlı vapuruna binen Atatürk'ün yanında Ankara'dan gelen kızkardeşi Makbule Atadan da bulunuyordu. Atatürk, büyük gösterilerde bulunan İstanbullulara şapkasını çıkarıp selam vererek karşılık vermiş ve saat 16.00'ya doğru Dolmabahçe Sarayı yönüne gitmek üzere Haydarpaşa Rıhtımı'ndan ayrılmıştır.
Aşağıda Atatürk'ün Kurun gazetesinde yazmış olduğu Hatay ile ilgili birkaç başmakaladen pasajlar verilmektedir.
21 Ocak 1937 tarihli Kurun gazetesinde Atatürk gazeteci Asım Us'a yazdırdığı başmakalade Fransa'ya şöyle hitap ediyordu:
"Acaba Fransız devlet adamlarının bu işi böyle çıkmaza sokmaktan amaçları ne olabilir?" diye soruyor ve cevabını gene bizzat kendisi veriyor.
"Doğrusunu söylemek gerekirse biz bunu anlıyoruz. Anladığımızın açıklaması da şudur:
Fransa'nın başına her nasılsa baş diye üşüşmüş olan bu efendiler, idare etmekte oldukları büyük Fransız Milletinin nasıl idare olunacağını bilmedikleri gibi Hatay sorunu ile milli alaka güden yeni TÜRKİYE CUMHURİYETİ'nin haklarını mudafaa ve gereğinde onların yerine getirilmesi için göstereceği fiili enerjiyi de takdirden uzak bulunmaktadırlar.
Bu itibar ile sorunun çözümü henüz olumsuz yöndeyse bunu sadece Fransız ricalinin siyasetciliklerinde ve ferasetsizliklerinde aramak pek tabiidir. Şu kadar var ki, bundan barışsever insanlığın beklemediği birtakım olaylar çıkarsa bunun sorumluluğunu yalnız Fransa'nın başında bulunan, fakat yukarda da işaret ettiğimiz gibi, muhatap olmak kaabiliyetinden de uzak bulunan üç-beş kişinin sırtına yüklemekten yarar ve olumlu sonuç beklemek caiz değildir.
Bizce bu sorumluluk bu dalgın ve gafil Fransa ricalinden çok, Fransa'yı dünya barışı için değerli bir unsur halinde bulundurmak fikrinde olan ve uluslararası barış dostluğu ile kendilerini göstermekte bulunan devletleri ilgilendirir. Onun için biz artık Fransız ricaline hitap etmeye lüzum görmüyoruz. Bundan sonra Fransızların kendi menfaatleri namına dostları ve müttefikleri olan devletlerin hakikati yakından gorerek vaziyetin icabına gore hareket etmelerini istiyoruz."
Atatürk, "Zavallı Fransa" başlığı ile yazdığı ikinci başyazısında şöyle diyordu:
"Paris'te Kedorseg denilen bir yer vardır ki, Fransa'nın Dışişleri Bakanlığı olarak tanınmıştır. Bu yer, acaba, Fransız milletinin ve devletinin hakiki menfaatlerini, ciddi bir şekilde sezerek, yerinde mudahale eden uzak görüşlü diplomatların çalıştığı yer midir?
Yoksa,
Bir takım anlamsız ve formüllere saplanarak hakikati, dosyaların içeriğine feda edecek kadar dalgın ve dar görüşlü bürokratların yeri midir?
İsmi, asırların hatıraları arasına karışan Kedorseg'ın yeşil masasında oturanlar, İnsan Hakları Bildirgesini yayınlayan büyük Fransız Inkılapçılarının fikir, hürriyet aşkı ve ahlak varisleri için, telakki yolunda yukselen memleketlerde himayeye yeltenen ve onların muzır ve yakıcı faaliyetini müdafaaya çalışan mutaassıplar mıdır?"
Atatürk makalesinde sormaya devam ediyor:
"Kedorseg, şeref ve onur için hayatını feda etmekten çekinmeyen Fransız milletinin, dürüstlük ruhu ile çalışan ve bu milletin dış siyasetini o suretle idare eden evlatlarının büroları mıdır,
Yoksa, Mahıyeti hukuki durumları pek şüpheli, küçük bir borç için, diğer milletlerin benliğine taaruz ve donanma kuvvetiyle o memleketin bir adasını isgal ettiren nobran ve kabadayıların yuvası mıdır?"
Ve Atatürk makalesini şöyle noktalıyordu:
"Zavallı Fransa, bugun kendisine pek meyilli bir dostunu daha kaybetmek üzeredir."
Atatürk 3. Makalesinde ise çok daha kararlı.
"Hatay Anavatana ya kavuştu ya kavuşacak."
Bakın Fransa'ya ve dünya devletlerine İstanbul'dan nasıl haykırıyor:
"Bu sutunlarda sık sık bahsettiğimiz bir hakikati bir kere daha tekrar edelim: Fransa hükümetini müşkül vaziyete sokmak, Türkiye'nin hiçbir zaman hatırından geçmez. Siyasetimizde şimdiye kadar böyle bir zehaba mahal verecek hiçbir emare yoktur. Ancak bilinmek lazımdır ki, Türkiye bu emel üzerine yürürken yalnız, Fransa'nın hatırı için değil, aynı zamanda hatırlarına çok riayet ettiği başka devlet ve milletlerin dostluklarına da büyük kıymet verdiği için siyasetini tesbit etmiştir. Bu hakikat tarafından anlaşılmıyorsa bunu kendisine dost devletler açık surette anlatmalıdır.
Böyle yapılmayacak olursa artık, bu o demektir ki, dost tandığımız ve dostluklarına değer verdiğimiz o devletler Türk şeref ve haysiyetine, Turk onuruna karşı Fransa'nın ihmalkar bir vaziyet ve meslek takınmasında sakınca görmüyorlar. O halde biz de gerek Fransa'ya, gerek Fransız siyasetini tenvir etmeye her nedense yanaşmayan o devletlere Türkiye Cumhuriyeti'nin kendi şeref ve haysiyetini, kendi hak ve menfaatini korumanın yolunu bildiğini söylemek isteriz. Ancak işin bu şekle dökülmesi Türkiye'yi hiç de arzu etmediği bir siyaset sahasına sevkedebileceği ve bunun tesirleri başka taraflara dokunabileceği endişesidir ki bizi, azami ihtiyatla harekete sevketmektedir. Biaenaleyh meseleyi bu raddeye getirmemek için dostlarımızın kendilerine teveccüh eden vazifeyi yapmaları pek lüzumlu olduğu kanaatindeyiz. Biz, dostluğa layık ve lazım olduğu kadar hürmette, hak ve menfaatlere azami riyaette kusur etmiyoruz. Fakat Türkiye Cumhuriyeti'ne eski Osmanlı İmparatorluğu'nun bir temadisi nazarı ile bakılarak ona karşı dejenere bir politika takip olunduğu ve hala bu sevdada yaşayan diplomatların siyasette hükümran olduklarını görürsek bunun yalnız isabetsiz değil, aynı zamanda tehlikeli bir meslek olduğunu söylemekten de kendimizi alamayız."
Atatürk kararlıdır. Kendi hükümetine ve Başvekiline de sitem etmekten çekinmez:
"Hükümete hitap ediyoruz" diye makalesine başlayan Atatürk, devamla soruyor:
"Onbeş gün bekleyiniz dediniz, bekledik. On altıncı gündeyiz. Vaziyet nedir? Ne oluyor? Ne olacak? Turk milletini yeniden aydınlatınız."
Ve Atatürk devam ediyor:
"Biz bu sözü Cumhuriyet Hükümeti teşebbüsatının ümit verici bir hedefe erişmesi maksadı ile makul yollarda sükunet, sabır ve ciddiyet ile calışmasına mani olabilmek, umumi bir Türk heyecanını muvakkaten durdurmak için bir devlet emri olarak telakki ettik.
Türk milleti bugünden sonraki hareketlerine gene o sesin vereceği talimata uyduracaktır."
Diye devam eden Atatürk, Büyük devletlerin görüşlerinin, Türkiye'nin görüşlerine çok yaklaştığını belirttikten sonra.
"Ne yazık ki buna rağmen hala biz Turkler kendimizi tereddütten kurtarıp kolaylıkla gorulebilecek açık ve müsbet sahaya geçemiyoruz" diyor ve nedenini de şöyle izah ediyor:
"Bunun sebebini, biz Türklere değil, bizi, Türkleri asırlardan beri altalta gelmekte olan bir eski siyaseti Türkiye Cumhuriyeti devleti uzerinde temellendirerek, tavlandırarak yürütebileceği akılsızlığında hala inat edenlere sormalıdır."
Ve Atatürk 5. ve son makalesi ile Fransa'yı bir kez daha ama son kez uyarıyor:
"Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti aldatılır bir varlık değildir. O'nu, aldatabilirim zehabında bulunanların, işte asıl onların kendileri için telafisi çok güç olacak derecede aldanmış olduklarına ve olacaklarına şüphe edilmemelidir."
Türkiye Cumhuriyeti çok haklı olduğu Hatay davasını ortaya atarken bunun bütün sonuçlarını düşümemiş olduğunu kim iddia edebilir. Dava uluslararası olmuştur. Davasında haklı olan Türkiye'dir. Artık dinlenilecek sözün kimin ağzından çıktığına çok dikkat etmelidir. Türk'ün sözü, Türk'ün haklı ve yerinde sözü Türk'ün kendisidir? Ona riayet etmemek, onu tanımamak, onu hiçe saymak, buna cesaret gösterenlerin düşünmedikleri akibetle karşılaşacaklarına asla şüphe etmemelidir."
Bu makalelerin, sonucunda 30 Mayıs 1937'de Hatay bağımsızlığını kazanıyor ve 1 Haziran 1937'de de Anavatana kavuşuyordu.
20 Ekim 1921'de imzalanmış olan Ankara Antlaşması, İskenderun Sancağını Suriye'den ayırarak ayrı bir statüye tabi tutuyordu. Bu Antlaşmanın 7. Maddesi, İskenderun beldesi için özel bir idare usulü kurulacağını; bu bölgenin Türk ırkından olan sakinlerinin, kültürlerinin gelişmesi için her türlü kolaylıktan faydalanacağını ve Türk parasının orada resmi mahiyet taşıyacağını öngörmüştür. Antlaşma hükmüne uygun olarak, 8 Ağustos 1922'de Sancak'ta bir bölgesel idare kurulmuştur.
Fransa, Suriye ile anlaşarak manda idaresine son vermeyi kararlaştırmıştı. Hatta, 8 Eylül 1936 tarihinde parafe edilen antlaşma ile Suriye'de manda idaresinin son bulduğu öngörülüyor, ancak Sancak'ın durumundan söz edilmiyordu. Türkiye'de bu durum Sancak'ın kaderi hakkında genel bir kaygı uyandırdı. Türk Hükümeti, Sancak sorununun önemi üzerine eğilerek; 6 Ekim 1936'da Milletler Cemiyeti Assamblesi'nde ve daha sonra 9 Ekim 1936'da Fransa'ya verdiği bir nota ile görüşünü belirtti.
Atatürk davaya verilen önemi, 1 Kasım 1936 TBMM'ni açış nutkunda, kesin ve belirli şekilde dünya kamuoyuna duyurmuştur. "Bu sırada, milletimizi gece gündüz meşgul eden başlıca büyük mesele hakiki sahibi öz Türk olan İskenderun-Antakya ve havalisinin mukadderatıdır. Bunun üzerinde, ciddiyet ve kifayetle durmaya mecburuz. Daima kendisi ile dostluğa çok ehemmiyet verdiğimiz Fransa ile aramazda tek ve büyük mesele budur. Bu işin hakikatını bilenler ve hakkı sevenler, alakamızın şiddetini ve samimiyetini iyi anlarlar ve tabii görürler."
Fransa, Sancak'ın Suriye'den ayrılamayacağını açıklamakla, Türk görüşüne kesin red cevabı vermiş oluyordu. Sorunun Milletler Cemiyeti'nde görüşülmesi ve bu kurulun tavsiyesi ile Sancak bölgesine üç müşahidin gönderilmesi, Sancak davasının milletlerarası planda da önemini artırmış oldu. İngiliz Dışişleri Bakanı Anthony Eden'in aracılığı ile, 24 Ocak'ta bir prensip Antlaşmasına varıldı.
Almanya'nın 1938 Martında Avusturya'yı ilhakı, Fransa'nın Almanya'ya karşı Doğu'da kuvvetli bir Türkiye'ye ihtiyacını gösteriyordu. Boğazların da Avrupa'da büyüyen kriz ve uyuşmazlıklar sebebiyle önemi artmıştı. Haziran 1938'de, Antakya'da Türk ve Fransız askeri heyetleri arasında yapılan görüşmeler sonucu, 3 Temmuz 1938'de Antlaşma yapıldı. Hatay'ın toprak bütünlüğü ile siyasi statüsünü korumak amacı ile her iki devlet 2500'er kişilik askeri kuvvet göndermeyi kabul etmişlerdi. Türk Ordusu 4 Temmuz 1938'de Hatay'a girerek görevine başladı. Türkiye ile Fransa arasında imzalanan dostluk antlaşması bu iki devleti birbirine yaklaştırıyordu. Yapılan seçimler sonucunda Meclis, 2 Eylül 1938'de ilk toplantısını yaptı ve bağımsız Hatay Cumhuriyeti'ni ilan etti. Cumhurbaşkanlığına Tayfur Sökmen, Başbakanlığa Abdurrahman Melek getirildi. 23 Haziran 1939 tarihinde Türkiye ile Fransa arasında yapılan yeni bir antlaşma ile, Hatay halkının da arzusuna uygun olarak Fransa, Hatay'ın Türkiye'ye katılmasını kabul etti.
10 Ocak 1937
Atatürk hasta ve mevsimin kış olmasına karşın, Hatay sorunu nedeniyle İstanbul'a tekrar gelmişlerdir. Amacı, Hatay konusu ile ilgili gelişmeleri İstanbul'dan izlemek ve büyük gazetelerdeki bazı başmakaleleri de bizzat yazmaktır.Atatürk İstanbul il sınırında, İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ, Merkez Komutanı General Halis bıyıktay tarafından karşılanmıştır. Haydarpaşa Garı'na Atatürk'ün özel treni girdiği zaman, garda bekleyen, General Ali Fuat Erden, General Suphi, General Osman Tufan, hükümet üyeleri, Hataylılar tarafından sevinç ve hararetle karşılandı. Hasta ve yorgundu. Güzel yüzünden bunu anlamak hemen mümkündü. Karşılayanların ellerini sıktıktan sonra yavaş yavaş, Haydarpaşa Rıhtımı'nda, kendilerini bekleyen denizyollarının "Kalamış" adlı vapuruna binen Atatürk'ün yanında Ankara'dan gelen kızkardeşi Makbule Atadan da bulunuyordu. Atatürk, büyük gösterilerde bulunan İstanbullulara şapkasını çıkarıp selam vererek karşılık vermiş ve saat 16.00'ya doğru Dolmabahçe Sarayı yönüne gitmek üzere Haydarpaşa Rıhtımı'ndan ayrılmıştır.
Aşağıda Atatürk'ün Kurun gazetesinde yazmış olduğu Hatay ile ilgili birkaç başmakaladen pasajlar verilmektedir.
21 Ocak 1937 tarihli Kurun gazetesinde Atatürk gazeteci Asım Us'a yazdırdığı başmakalade Fransa'ya şöyle hitap ediyordu:
"Acaba Fransız devlet adamlarının bu işi böyle çıkmaza sokmaktan amaçları ne olabilir?" diye soruyor ve cevabını gene bizzat kendisi veriyor.
"Doğrusunu söylemek gerekirse biz bunu anlıyoruz. Anladığımızın açıklaması da şudur:
Fransa'nın başına her nasılsa baş diye üşüşmüş olan bu efendiler, idare etmekte oldukları büyük Fransız Milletinin nasıl idare olunacağını bilmedikleri gibi Hatay sorunu ile milli alaka güden yeni TÜRKİYE CUMHURİYETİ'nin haklarını mudafaa ve gereğinde onların yerine getirilmesi için göstereceği fiili enerjiyi de takdirden uzak bulunmaktadırlar.
Bu itibar ile sorunun çözümü henüz olumsuz yöndeyse bunu sadece Fransız ricalinin siyasetciliklerinde ve ferasetsizliklerinde aramak pek tabiidir. Şu kadar var ki, bundan barışsever insanlığın beklemediği birtakım olaylar çıkarsa bunun sorumluluğunu yalnız Fransa'nın başında bulunan, fakat yukarda da işaret ettiğimiz gibi, muhatap olmak kaabiliyetinden de uzak bulunan üç-beş kişinin sırtına yüklemekten yarar ve olumlu sonuç beklemek caiz değildir.
Bizce bu sorumluluk bu dalgın ve gafil Fransa ricalinden çok, Fransa'yı dünya barışı için değerli bir unsur halinde bulundurmak fikrinde olan ve uluslararası barış dostluğu ile kendilerini göstermekte bulunan devletleri ilgilendirir. Onun için biz artık Fransız ricaline hitap etmeye lüzum görmüyoruz. Bundan sonra Fransızların kendi menfaatleri namına dostları ve müttefikleri olan devletlerin hakikati yakından gorerek vaziyetin icabına gore hareket etmelerini istiyoruz."
Atatürk, "Zavallı Fransa" başlığı ile yazdığı ikinci başyazısında şöyle diyordu:
"Paris'te Kedorseg denilen bir yer vardır ki, Fransa'nın Dışişleri Bakanlığı olarak tanınmıştır. Bu yer, acaba, Fransız milletinin ve devletinin hakiki menfaatlerini, ciddi bir şekilde sezerek, yerinde mudahale eden uzak görüşlü diplomatların çalıştığı yer midir?
Yoksa,
Bir takım anlamsız ve formüllere saplanarak hakikati, dosyaların içeriğine feda edecek kadar dalgın ve dar görüşlü bürokratların yeri midir?
İsmi, asırların hatıraları arasına karışan Kedorseg'ın yeşil masasında oturanlar, İnsan Hakları Bildirgesini yayınlayan büyük Fransız Inkılapçılarının fikir, hürriyet aşkı ve ahlak varisleri için, telakki yolunda yukselen memleketlerde himayeye yeltenen ve onların muzır ve yakıcı faaliyetini müdafaaya çalışan mutaassıplar mıdır?"
Atatürk makalesinde sormaya devam ediyor:
"Kedorseg, şeref ve onur için hayatını feda etmekten çekinmeyen Fransız milletinin, dürüstlük ruhu ile çalışan ve bu milletin dış siyasetini o suretle idare eden evlatlarının büroları mıdır,
Yoksa, Mahıyeti hukuki durumları pek şüpheli, küçük bir borç için, diğer milletlerin benliğine taaruz ve donanma kuvvetiyle o memleketin bir adasını isgal ettiren nobran ve kabadayıların yuvası mıdır?"
Ve Atatürk makalesini şöyle noktalıyordu:
"Zavallı Fransa, bugun kendisine pek meyilli bir dostunu daha kaybetmek üzeredir."
Atatürk 3. Makalesinde ise çok daha kararlı.
"Hatay Anavatana ya kavuştu ya kavuşacak."
Bakın Fransa'ya ve dünya devletlerine İstanbul'dan nasıl haykırıyor:
"Bu sutunlarda sık sık bahsettiğimiz bir hakikati bir kere daha tekrar edelim: Fransa hükümetini müşkül vaziyete sokmak, Türkiye'nin hiçbir zaman hatırından geçmez. Siyasetimizde şimdiye kadar böyle bir zehaba mahal verecek hiçbir emare yoktur. Ancak bilinmek lazımdır ki, Türkiye bu emel üzerine yürürken yalnız, Fransa'nın hatırı için değil, aynı zamanda hatırlarına çok riayet ettiği başka devlet ve milletlerin dostluklarına da büyük kıymet verdiği için siyasetini tesbit etmiştir. Bu hakikat tarafından anlaşılmıyorsa bunu kendisine dost devletler açık surette anlatmalıdır.
Böyle yapılmayacak olursa artık, bu o demektir ki, dost tandığımız ve dostluklarına değer verdiğimiz o devletler Türk şeref ve haysiyetine, Turk onuruna karşı Fransa'nın ihmalkar bir vaziyet ve meslek takınmasında sakınca görmüyorlar. O halde biz de gerek Fransa'ya, gerek Fransız siyasetini tenvir etmeye her nedense yanaşmayan o devletlere Türkiye Cumhuriyeti'nin kendi şeref ve haysiyetini, kendi hak ve menfaatini korumanın yolunu bildiğini söylemek isteriz. Ancak işin bu şekle dökülmesi Türkiye'yi hiç de arzu etmediği bir siyaset sahasına sevkedebileceği ve bunun tesirleri başka taraflara dokunabileceği endişesidir ki bizi, azami ihtiyatla harekete sevketmektedir. Biaenaleyh meseleyi bu raddeye getirmemek için dostlarımızın kendilerine teveccüh eden vazifeyi yapmaları pek lüzumlu olduğu kanaatindeyiz. Biz, dostluğa layık ve lazım olduğu kadar hürmette, hak ve menfaatlere azami riyaette kusur etmiyoruz. Fakat Türkiye Cumhuriyeti'ne eski Osmanlı İmparatorluğu'nun bir temadisi nazarı ile bakılarak ona karşı dejenere bir politika takip olunduğu ve hala bu sevdada yaşayan diplomatların siyasette hükümran olduklarını görürsek bunun yalnız isabetsiz değil, aynı zamanda tehlikeli bir meslek olduğunu söylemekten de kendimizi alamayız."
Atatürk kararlıdır. Kendi hükümetine ve Başvekiline de sitem etmekten çekinmez:
"Hükümete hitap ediyoruz" diye makalesine başlayan Atatürk, devamla soruyor:
"Onbeş gün bekleyiniz dediniz, bekledik. On altıncı gündeyiz. Vaziyet nedir? Ne oluyor? Ne olacak? Turk milletini yeniden aydınlatınız."
Ve Atatürk devam ediyor:
"Biz bu sözü Cumhuriyet Hükümeti teşebbüsatının ümit verici bir hedefe erişmesi maksadı ile makul yollarda sükunet, sabır ve ciddiyet ile calışmasına mani olabilmek, umumi bir Türk heyecanını muvakkaten durdurmak için bir devlet emri olarak telakki ettik.
Türk milleti bugünden sonraki hareketlerine gene o sesin vereceği talimata uyduracaktır."
Diye devam eden Atatürk, Büyük devletlerin görüşlerinin, Türkiye'nin görüşlerine çok yaklaştığını belirttikten sonra.
"Ne yazık ki buna rağmen hala biz Turkler kendimizi tereddütten kurtarıp kolaylıkla gorulebilecek açık ve müsbet sahaya geçemiyoruz" diyor ve nedenini de şöyle izah ediyor:
"Bunun sebebini, biz Türklere değil, bizi, Türkleri asırlardan beri altalta gelmekte olan bir eski siyaseti Türkiye Cumhuriyeti devleti uzerinde temellendirerek, tavlandırarak yürütebileceği akılsızlığında hala inat edenlere sormalıdır."
Ve Atatürk 5. ve son makalesi ile Fransa'yı bir kez daha ama son kez uyarıyor:
"Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti aldatılır bir varlık değildir. O'nu, aldatabilirim zehabında bulunanların, işte asıl onların kendileri için telafisi çok güç olacak derecede aldanmış olduklarına ve olacaklarına şüphe edilmemelidir."
Türkiye Cumhuriyeti çok haklı olduğu Hatay davasını ortaya atarken bunun bütün sonuçlarını düşümemiş olduğunu kim iddia edebilir. Dava uluslararası olmuştur. Davasında haklı olan Türkiye'dir. Artık dinlenilecek sözün kimin ağzından çıktığına çok dikkat etmelidir. Türk'ün sözü, Türk'ün haklı ve yerinde sözü Türk'ün kendisidir? Ona riayet etmemek, onu tanımamak, onu hiçe saymak, buna cesaret gösterenlerin düşünmedikleri akibetle karşılaşacaklarına asla şüphe etmemelidir."
Bu makalelerin, sonucunda 30 Mayıs 1937'de Hatay bağımsızlığını kazanıyor ve 1 Haziran 1937'de de Anavatana kavuşuyordu.