AdBlock kullandığınızı tespit ettik.

Bu sitenin devam edebilmesi için lütfen devre dışı bırakın.

Cemel Vakası Nedir?

SoruCevap

Yeni Üye
Katılım
17 Ocak 2024
Mesajlar
350.999
Çözümler
1
Tepkime puanı
17
Puan
308
Yaş
36
Cemel Vakası Nedir?

Hz. Osman'ın katili Yemenli bir Yahudi olan el-Gafıki idi. Hz. Osman'ın şahadetiyle İbn-i Sebe, davasında büyük bir merhale kat'etmiş .oluyordu. Artık nifak tohumları meyvelerini vermeye başlamıştı. Bu elim hadise Müslümanların, İslam dinini başka ülkelere ulaştırmalarına engel oldu. İslam'ın fütuhat ve tebliğ devri kapandı, bir duraklama ve çekişme devri başladı.

Bu merhaleden sonra İbn-i Sebe, Haşimilerle Emevileri karşı karşıya getirmek için yeni bir plan hazırladı. Hz. Osman (r.a) Emevi, Hz. Ali ise Haşimi olduğu için, Hz. Osman'ı, Hz. Ali'nin öldürttüğünü ve 0'nun yerine geçmek istediğini etrafa gizlice yayarak Emevileri tahrik etti. İbn-i Sebe, bir taraftan Hz. Ali'ye bu çirkin iftirayı yaparken, diğer taraftan O'nun halife olması için açıkça gayret gösteriyor, böylece halkın bu iftiraya kanmasını sağlamaya çalışıyordu.

Bu maksatla, Mısır'dan gelen kafileden, Yahudi asıllı İbn-i Meymun riyasetinde bir heyet seçerek Hz. Ali'nin huzuruna gönderdi. Heyet Hz. Ali'ye: "Malumunuz olduğu üzere, bu ümmet başsız kalmıştır. Halifeliğe de en layık sizsiniz. Sizden bu vazifeyi deruhte etmenizi istiyoruz," dediler. Hz. Ali (r.a) bu teklifi reddederek, onları evinden kovdu.

Hz. Ali'den (r.a) böyle bir cevap alınması üzerine Küfelilerden bir heyeti Hz. Zübeyr'e ve Basralılardan bir heyeti de Hz. Talha'ya gönderdi. Hz. Zübeyr ve Hz. Talha da Hz. Ali gibi bunların hilafet tekliflerini reddederek huzurlarından kovdular.

İbn-i Sebe, onlardan da istediğini elde edemeyince bu defa mütecavizleri sevk ve idare eden Yahudi Gafıki'ye şu talimatı verdi: "Medinelileri mescide toplayınız ve onlara hemen kendilerine bir halife seçmelerini söyleyiniz. Aksi takdirde hepsini kılıçla tehdit ediniz..."

Gafıki başkanlığındaki asiler, bu emir mucibince Medinelileri mescide toplayarak onlara: "En kısa zamanda kendinize bir reis seçiniz. Şayet siz bugün bu vazifeyi yapmazsanız, Ali, Zübeyr ve Talha da dahil olmak üzere hepinizi kılıçtan geçireceğiz," dediler. Bu tehdidi dinleyen Medine halkı, Hz. Ali'nin (r.a) huzuruna çıkarak, O'ndan halifeliği kabul etmesini istirham ettiler. Hz. Ali de bu karışık durumu göz önünde bulundurarak vazifeyi, hiç istemediği halde, kabule mecbur oldu.

Az zaman sonra Hz. Talha ve Hz. Zübeyr (r.a), Hz. Ali'ye (r.a) giderek O'ndan, kitabın hükmünü icra etmesini ve Hz. Osman'ın katillerinin cezalandırılmasını istediler. Hz. Ali onlara hitaben: "Haklısınız; fakat devlet henüz asileri tam manasıyla sindirmiş değildir. Onun için devletin olaylara hakim olmasını beklemek gerekir..." dedi.

Hz. Ali (r.a), suçluların tek tek belirlenerek sorguya çekilmelerini ve gerekli cezaya çarptırılmalannı istiyordu. Hz. Aişe, Hz. Zübeyr ve Hz. Talha (r.a) ise, şu fikirdeydiler: "Fitne büyümüş, devleti hedef almış ve halife şehit edilmiştir. Mesele sadece Hz. Osman'ın katilinin bulunması değildir. Bu fıtne hareketine katılanlanrın çoğunun öldürülmesi gerekir. Bu sebeble, asiler hemen cezalandırılmalıdır."

Hz. Ali (r.a), Kur'an'ın “Vela teziru vaziretün vizre uhra” nassından hareket ile, "Birinin hatasıyla başkasının mesul olamayacağı" görüşünü ileri sürerek, onların bu fikrine katılmadı.

Hz. Zübeyr ve Hz. Talha (r.a), Hz. Ali'nin görüşünü öğrendikten sonra, Hz. Aişe (r.anha) ile Mekke'de görüştüler ve asilerin üzerine yürümek için kuvvet toplamak üzere Basra'ya gitmeye karar verdiler.

Hz. Ali de (r.a), Hz. Aişe, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr'in (r.a) Basra'ya gittiklerini haber alınca devletin bütünlüğünde bir parçalanma, bölünme olmaması için ordusuyla Basra'ya hareket etti ve Zikar mevkiinde konakladı. Hz.Ali (r.a) meselenin barış yoluyla halledilmesi için Ka'ka isminde bir elçisini Hz. Aişe, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr'e göndererek onlara, tefrikanın fenalığını, birlik ve beraberliğin önemini, her şeyin sulh yoluyla daha iyi hall olacağını anlatmasını istedi.

O da bu emir gereğince, Hz. Aişe, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr'in yanına giderek onlara Hz. Ali'nin görüşlerini: bu yaranın ilacının sükunet olduğunu, sükunet gerçekleştikten sonra her tedbirin alınabileceğini, aksi halde fıtne ve fesat çıkacağını, bunun da İslam'a ve Müslümanlara getireceği sıkıntının büyük olacağını izah etti. Onlar: "Eğer Ali bu fikirde ise, aramızda bir görüş ayrılığı kalmamıştır." dediler.

Bu neticeden her iki tarafın mensupları da memnun oldular. Böylece bir istikrar, bir sükun hali hasıl oldu. Herkes kendisini emniyet ve huzur içersinde görerek çadırlarına çekildiler.

Bu sulhtan, ziyade rahatsız olan münafık İbn-i Sebe, taraftarlarını toplayarak onlara: "Ne yapıp yapıp savaşı kızıştırmanız ve Müslümanları birbirine düşürüp kırdırmanız lazım. Şayet bir netice alamazsak, bütün gayretimiz boşa gider; hedefe varamamış oluruz." dedi.

Ve savaşı başlatmak üzere yeni bir plan hazırladılar. Sabaha yakın saatlerde tatbike koyulacak bu yeni plan gereği, İbn-i Sebe kendi adamlarını Hz. Ali (r.a) ile Hz. Zübeyr ve Talha'nın (r.a) çadırlarının etrafında yerleştirdi. Bunlar daha sonra her iki tarafın çadırlarına baskında bulundular. Gürültü üzerine uyanan Hz. Zübeyr ve Talha (r.a): "Ne var, ne oluyor?" diye sorduklarında, İbn-i Sebe'nin adamları, "Hz. Ali'nin adamları (Kufeliler) bize gece baskını yaptı," dediler.

Bu haber üzerine Hz. Talha ve Zübeyr (r.a): "Anlaşıldı, Hz. Ali, harbi kesmekte samimi değilmiş." dediler. Öte yandan gürültüyü işiten Hz. Ali (r.a): "Ne oluyor?" diye sordu. Yine İbn-i Sebe'nin adamları: "Karşı taraf bize gece baskını yaptı.

Biz de püskürttük." dediler. Hz. Ali de: "Anlaşıldı. Talha ve Zübeyr bizimle sulh meselesinde aynı fikirde değilmişler." dedi. Böylece on bin kişinin hayatına mal olan Cemel Vak'ası meydana geldi. Hz. Talha ve Zübeyr de bu savaşta şehit düştüler. İbn-i Sebe, böylece Hz. Osman’ın (r.a) katlinden sonra amacına doğru mühim bir merhale daha kat'etmiş oluyordu.

Soru: Müslümanların, sahabeler arasında meydana gelen ayrılıklara nasıl bakması gerekir?

"İsmet" yani, "ilahi bir koruma ile günahlardan korunma" sıfatı, ancak peygamberlere mahsustur. Hatasız, kusursuz olmak ancak onlara hastır. Sahabeler, bu sıfatla nitelenmediklerinden onların yüzde yüz hatadan azade oldukları söylenemez. Ancak şu var ki, herhangi bir Müslüman hata işlemekle İslam dairesinden çıkmadığı gibi, bir sahabe de hata işlemekle sahabelik şerefinden çıkmaz.

Dört hak mezhebin bütün müçtehitleri, sahabe-i kiram arasında geçen ayrılıkları şöyle değerlendirmişlerdir: Sahabe-i kiramın her biri kendi başına birer müçtehittir. Kur'an ve hadiste açıkça beyan edilmeyen konularda içtihat yapma, en evvel onların hakkıdır. Fıkıh biliminin yönteminde kesinleşmiş bir kuraldır ki, bir kimsede içtihat rütbesi varsa, o kimse, başkasının içtihadına uymaya mecbur değildir.

Ashap arasında çıkan muhalefetler, münakaşa ve muharebeler içtihat farklılığından doğmuştur. Haşa, nefsani arzuların, isteklerin bu ayrılıklarda payı yoktur. Çünkü, onlar sohbet-i nebevi ile kin, adavet, düşmanlık gibi kötü sıfatlardan arınmışlardır. Nefisleri böyle süfli şeylerden temizlenip pak olmuş, ulviyet kazanmıştır.

Evet, sahabe-i kiramın her biri İslam dininin tesisinde birer müçtehittir. Bilindiği gibi, içtihat eden bir kimse, yaptığı içtihatta isabet ederse iki sevap kazanır; isabet edemediği takdirde içtihat etmesine mükafat olarak bir sevap alır. Canlarıyla, başlarıyla, her şeyleriyle İslam'a mal olan, O'nun yüceltilip yayılmasından başka bir gayeleri olmayan o seçkin insanların içtihatları da yine İslam'ın yüceltilip yükseltilmesi içindir.

Bu aşk, bu azim onlarda o derece ileri gitmişti ki, Uhud Muharebesi'nde Peygamber Efendimize zıt görüş bildirmekten çekinmemişlerdi. "Biz, İslamiyet’in başarısını şunda görüyoruz," diye görüşlerini açıkça ortaya koymuşlardı. Sahabenin çoğu Resulüllah Efendimize zıt içtihatta bulunduklarından, Peygamberimiz (sav) onların içtihadına uymaya mecbur oldular.

Daha sonra gerçekleşen olaylar Peygamberimizi haklı çıkardı. O zaman Kur'an-ı Azimüşşan'ın nazil olması devam ettiği halde, Cenab-ı Hak ashabı uyarıcı bir ayet bile indirmedi. Herhangi bir ayetle herhangi bir ikazda bulunmadı; bilakis peygamberimize eskisi gibi onlara fikir danışmaya devam etmelerini emretti.

Resulüllah Efendimiz de onları ayıplamadı, yine bağrına bastı, şefkatle kucakladı, bu emir gereğince onlarla fikir alış verişine devam etti. Sadece bu hal dahi, sahabe-i kiramın, Allah ve Resulü indindeki beğenilirliklerini ve dinde içtihat sahibi olduklarını en açık bir şekilde göstermeye yeterlidir.

Şimdi, insafla düşünelim. İçtihatta Peygamber'le farklı düşündükleri halde, ne Allah, ne de Resulüllah tarafından uyarılmayan sahabeleri, aralarında çıkan ayrılıklardan dolayı biz mi yargılayacağız? Zerre kadar vicdan ve basiret ve anlayışı olan bir kimsenin bu cinayete tevessül etmemesi icap eder.

Haddimizi tecavüz ederek İslam'ın temeline kanlarını akıtan o seçkin cemaati yargılamaya kalkar ve birini haklı çıkarıp, diğerini tenkit edersek, o hidayet yıldızlarına hiçbir leke süremez, ancak kendi elimizle kendi felaketimizi hazırlamış oluruz.

Kaldı ki, o yargıladığımız kimseler, ashabın ileri gelenleridir. Bir kısmı Cennet'le müjdelenmiştir. Bizim dedikodusunu ettiğimiz o kişileri Kur'an ve Peygamber Efendimiz medh ü senada bulunmuştur.

Bu hususu hiç unutmamalı, ashap arasında çıkan ayrılıklarda mümkün olduğu kadar temkinde bulunmalı, haddimizi bilmemekten büyük ölçüde sakınmalıyız.

Şayet, sahabelerin ayrılığı Hakk katında meşru ve makul olmasaydı, elbette bunun için onları engelleyecek bir emir indirilirdi. Nitekim sahabe-i kiram, Peygamber Efendimizin (sav) yanında yüksek sesle konuştuklarında şu uyarı ayeti indirilmiştir:

"Ey iman edenler! Seslerinizi Resulüllah'ın sesinden yüksek çıkarmayın, 0'nun yanında, birbirinizle yüksek sesle konuştuğunuz gibi konuşmayın. Siz farkına varmadan amelleriniz boşa gider." (Hucürat, 2)

Hucürat suresinde, müminlerin su-i zandan sakınmaları şöyle emredilmektedir:

"Sizden biriniz ölü kardeşinin etini yemek ister mi?" (Hucürat suresi, 12)

Cenab-ı Hak bu ayet-i kerimede bir mümini gıybet etmenin ölü eti yemek kadar çirkin ve mümine yakışmayan bir davranış olduğunu bize haber veriyor. Ya gıybet edilen bu mümin, sahabelerden, hem de onların en ileri gelenlerinden biriyse, artık meselenin tehlikesini siz takdir ediniz.

Resulüllah Efendimiz de bir hadis-i şeriflerinde: "Ateş odunu nasıl yer bitirirse, gıybet dahi salih amelleri öyle yer bitirir" buyurmakla bizleri bu noktada şiddetle ikaz etmektedir.

Hem kendi ahiret hayatımızın selameti, hem de İslam'ın geleceği adına, bu hakikatlere kulak vermemiz lazım ve elzemdir. Bir mümin diğer bir mümine su-i zan etmekten men edildiği halde, İslam'ın temeli, Hz. Peygamberin çalışma ve silah arkadaşları ve şu andaki bütün Müslümanların hidayetlerinin vesilesi olan sahabe hakkında, hele onların en ileri gelenleri hakkında su-i zan etmenin ne kadar sorumluluk gerektirdiği açıkça anlaşılabilir.

Akıllı ve idrakli insanlar için en selametli yol, bu meselede ileri geri konuşmaktan kaçınmaktır. Biraz düşünmekle hemen anlaşılacaktır ki, insanlar bu aleme sahabeler arasındaki problemleri tahlil etmek, bu konuda bir tarafa haklı, diğerine haksız hükmünü vermek için gönderilmemişlerdir. Ve bu hususta bir kanaate sahip olmak, insanın yaratılış gayesi olamaz. İnsan bunun için değil, Allah'a hakkıyla kul olmak için yaratılmıştır. Yani, dinimiz bizi sahabe ayrılıklarının tahliline değil, kulluğun gereklerini yerine getirmeye davet ediyor.

Ashab-ı Kiram Efendilerimiz, halifesinden neferine kadar aynı rızık ile hayat buldu ve aynı heyecanı paylaştılar. İslam'ın gelişmesinde, yayılmasında, yücelip gelişmesinde gece gündüz demeyip, gizli ve aşikare, durmadan çalıştılar. Canlarıyla, kanlarıyla cihat ettiler ve fedakarlıkta erişilmezlere eriştiler. Kur'an aşkı, Peygamber aşkı için aşiretlerine karşı koydular, ailelerini, çocuklarını, mal ve mülklerini feda ettiler. Peygamberimizin nefsini, kendi nefislerine, çoluk çocuklarına, anne ve babalarına tercih ettiler. İslam binasının temeline kanlarını akıttılar.

O günden bugüne, ta kıyamete kadar bütün Müslümanların dünyevi ve uhrevi saadetlerine vesile oldular. Onların hepsine karşı derin bir minnettarlık beslemek, onlara dua ve onları medh ü sena etmek hepimiz için bir insaf ve vicdan borcudur.
 
Geri
Üst